12 Ekim 2013 Cumartesi

Genç Şair Adam

Dertleşiyordu genç şair adam şiiriyle.
Öpüyordu her mısrayı şarap kadehiyle eşzamanlı.
Bahsediyordu her şeyden:
Hayatından,
Ailesinden,
Kendisinden,
Kend...
Nedense sinirleniyordu şiiri git gide.
Anlamıyordu adam;
Devam ediyordu.
Devam...
Dev...
Harf harf, hece hece, kelime kelime,
Dünya dünya...
Şiirinin öfkesine aldırmıyordu.
Ve seksti örselenmişliği!
Dayanamadı şiiri bu mısrada:
“Manyak mısın oğlum, seks ne alaka?
Hele ki bu noktada?”
Dikti gözünü genç şair adam, boş bakışlarla
Devam etti şiir, çıldırmışçasına:
“Tüküreyim senin kelime dağarcığına!
Sen hiç örselendin mi lan hayatında?”
Genç şair adam anladı: şiirinin reflü gerekçesi...
“Bak hala...” diye ünledi şiir.
“Bırak reflüyü, ülseri, lan, bi’ moda gir!
Hem ona ‘reflü gerekçesi’ değil,
‘Karın ağrısı’ denir.”
Anladı genç şair adam:
Şiirin derdi kafiyeydi.
“Çok yanlış anlamışsın anam,
Al, bu da kafiyeydi!
Kurdun diye iki devrik cümle,
Birkaç yersiz kelimeyle,
Hadi kafiyeyi de ekle,
‘Şiir yazdım’ sanman...
Odur bana dokunan.
Eşzamanına ettiğim,
Dünya dünya dürttüğüm,
Seksine tükürdüğüm,
Yarım sözlerine sözlüğüm
Yetmiyor a dangalak!”
Dedi şiir kabararak.
Son mısrayla kurtarmıştı
Şiir kafiye savını, fakat,
O ki kalsiyum sülfat...
Şiir çaktı bir aparkat:
“Lan senden şair olmaz,
Sen sayısal yaz, ganyan yaz.”

7 Ekim 2013 Pazartesi

Haşırt on the Rear Bumper

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden beş dakika kadar önce geçtim. Anadolu’dayım. Trafiğin hızında – ki saatte 120 kilometre civarı – ve önümdeki siyah Audi’yle emniyet mesafemi gani gani muhafaza ederek Maltepe’ye doğru ilerliyorum. Aniden, önümdeki trafiğin stopları yanıyor ve Audi’nin nihayeti hızla bana yaklaşmaya başlıyor. Mesafem var, frene abanıyorum. Peki hemen arkamdaki Mercedes’in durumdan haberi var mı? Aynaya bakıyorum, aramızdaki mesafe kısalmış olsa da aracın sürücüsü durumdan haberdar. Fren yapıyor o da. Fakat önümdeki Audi’nin mabadı şimdi daha hızlı yaklaşıyor: önümdeki trafik tamamen durdu. Freni köklüyorum, ABS’nin titreşimini hissediyorum; fakat Mercedes sürücüsünün reflekslerine güvenmediğimden, yavaşlamamı Audi’nin dibine sokulana kadar sürdürmeye, anca bir karış mesafe kala tamamen durmaya karar veriyorum. Öyle de yapıyorum. Bir an endişeyle aynaya bakıyorum: oh, Mercedes de durmak üzere. Sonra acı bir fren sesi... Bam! Arkadan çarptılar arkamdakine. Çeyrek saniye geçmeden bir “bam” daha. Koltuğumun başlığı öyle bir vuruyor ki başımın arkasına, gırtlağımı yutmuşa dönüyorum. Bir de galiba yanlış zamanda yanlış yerde bulunmakta olan dilimi ısırıyorum. Tamam, sakin. Arabanın arka yarısını asfalttan toplamak zorunda olmam dışında bir sorun yok. Tüm bunlar üç-dört saniye içinde gerçekleşiyor.

Sağa mı çekeyim, solda mı kalayım ikilemiyle birkaç kez verdiğim sinyalin yönünü değiştiriyorum. Neticede sola çekip beklemeye karar veriyorum. Arkamdaki Mercedes çarpma noktasında durmaya karar vermiş. Aramızda 15 metre bir mesafe var şimdi. İniyorum. Önce hasar tespiti: ilginç, arka tampondaki önemsiz birkaç küçük çizik dışında arabam sapasağlam. Dönüp siyah Mercedes’e bakıyorum. O da sağlam görünüyor. Yaklaşıyorum, yakından bakıyorum: ön tamponunun kromajlı parçaları kalkmış, tampon biraz çizilmiş. Ciddi bir şey yok. “Geçmiş olsun,” diyorum. “Sizde ciddi bir şey var mı,” diye soruyor beklentimin aksine gayet temiz yüzlü, nazik konuşan, 50 küsur yaşındaki adam. “Yok, birkaç küçük çizik,” diyorum. “Trafik aniden durdu, mecbur ani fren yaptım. Neyse, sizde de önemli bir şey yok.” Adam, “Yok da, arkadaşa çok yazık oldu,” diyor ve arkasını dönüp ona arkadan çarpan, tarumar olmuş beyaz Mercedes’i gösteriyor. Anam, ben dibine kadar gelip de nasıl görmedim bunu? Yeni alındığı besbelli, pahalı bir model olduğu daha da besbelli olan Mercedes’ten bir adam çıkıyor. Bayağı üzgün, biraz da şokta. “Vah yazık,” diyoruz siyah Mercedes’in sahibiyle birlikte. Ben Mercedes sahibi olabilecek refahta birinin arabası haşat oldu diye üzüldüğünü görünce şöyle bir garipsiyorum, sonra kendime kızıyorum. “Geçmiş olsun.”

Arkadaşmış bunlar. Belli ki iki araçlık bir konvoy olarak yol alıyorlarmış, şimdi tek araçlık bir konvoya indirgediler yolculuğu. Onlar sağa çekiyor, ben basıp gidiyorum, n’apacağım? 

Sonra Maltepe'deki işim bitiyor ve iki buçuk saatlik eve dönüş yolculuğum başlıyor. Mecidiyeköy’e kadar sağ salim geliyorum, Mecidiyeköy’de, Ali Sami Yen’in önünde yeşilin yanmasını beklerken “güp!” bir daha sarsılıyorum. Yine iniyorum, yine bakıyorum, yine arkamdaki arabayla yekvücut olmuşuz. Otuzlarındaki kadıncağız başını direksiyonun arkasına gizlemiş, mahçup mahçup bakıyor. Bıyıklı sevgilisi iniyor, “Hocam, kusura bakmayın,” diyor. “Var mı bir şey?” 
“Yok,” diyorum. “Ama bugün ikinci oldu bu.” 
“Geçmiş olsun. Senin de bugünkü şansın böyleymiş hocam,” diyor. 
“Eyvallah,” diyorum, biniyorum arabama. Yeşil de yanmış zaten. On dakikaya evdeyim.

Düşünüyorum: son bir ayda dördüncü kez trafikte-dikkatsiz-birileri-tarafından-çarpılma durumuna maruz kalmışım. Önce tüm vücuduyla doksan derece sola dönmüş vaziyette araba kullanan bir taksici sol ön lastiğime sertçe bindiriyor; sonra kadının biri arabasını aniden park ettiği yerden çıkartmaya karar verip ani fren yapmama yol açıyor ve arkadan gelen bana geçiriyor; sonra da bugün işte... 

Neyse, geldim mahalleye. Otoparkçıya teslim ediyorum arabamı. Yarına kadar sen sağ ben selamet.

Öndeki bana çarpan, arkadaki bana çarpana çarpan oluyor.
Çarpmanın şiddetiyle Sanrûfe Teyze'nin gündüzleri zinhar açık durmayan etekleri açıldı (ki öyle yağ gibi kayan bir mekanizması da yoktur sağolsun).

3 Ekim 2013 Perşembe

The Ring filminin gerçek hikayesi

"The Ring" (Halka) filminin gerçek hikayesini ve 59 saniyelik özetini anlatır çalışmamdır:


9 Ağustos 2013 Cuma

Reklamlar

Mutsuz, yalnız ve beş parasızdı Orhan. Üstüne giyebileceği birkaç paçavrası ve canı istediğinde çalışan asırlık bilgisayarı dışında hiçbir şeye sahip değildi. Kendisine ait kalacak bir yeri bile yoktu: fakülte arkadaşlarının öğrenci evinde bir sığıntı olarak yaşıyordu. Okulu da çoktan bırakmıştı zaten. Bitmeyecek okula harç ödemektense aç karnını kısmen de olsa doyurmayı tercih etmişti.

Ortaokuldan beri bir kız arkadaşı olmamıştı. Kız arkadaşa inanmıyordu Orhan. Daha doğrusu, böyle bir şeyin gerçekten var olmasını içten içe çok istiyordu ama buna yönelik somut ve bilimsel bir kanıt bulamıyordu bir türlü. Yine de bir güç vardı ve muhtemelen Orhan’ın içindeydi. Orhan, günde üç ilâ altı kez tüm benliğiyle hissediyordu bu gücü.

Hayatta zevk aldığı – veya hayattan zevk almadığını ona unutturan – tek şey internetti. Dışarı çıkmazdı Orhan. Öğleden sonra uyanır, öğrenci evinin doğası gereği sık sık yaşanan elektrik kesintileri haricinde daima açık olan bilgisayarının başına geçer, sabaha kadar o monitör karşısında yapacak bir şeyler yaratırdı. Mesela gününün üçte biri, Facebook listesine hasbelkader girmiş mutsuz kadınlarla “Seni o kadar iyi anlıyorum ki...” diye başlayıp “Cam var mı?” ile biten – çoğu zaman tek taraflı – sohbetler etmekle geçerdi. Diğer bir üçte birlik kısmını, bilumum sözlüğe zenginlik ve seks güzellemeleri yazmaya harcardı. Kalan zamanınıysa Facebook listesindeki kadınların fotoğraflarını beğenmeye, Youtube’da rastgele videolar seyretmeye, kimsenin bilmediği müzik gruplarını keşfetmeye, dizi izlemeye ve pornoya adamıştı. Bazen de duş alırdı.

O gün, Orhan’ın hayatında yaşadığı en sıradan gün olması açısından çok özel bir gündü. Kişisel klişelerinin tamamını yerine getirmiş, Facebook sohbet listesindeki son çevrimiçi güzel kadın tarafından da az önce engellenmişti. Arkadaşla dolu ekranına boş boş bakıyordu şimdi. Yapacak hiçbir şeyi olmamakla, saatlerini geçireceği bir internet sitesine kanca atmak arasındaki birkaç dakikalık boşluğu yaşıyordu. Birden, gözü bir Facebook reklamına takıldı: reklamda güzel ve mini etekli sarışın bir kadın bacak bacak üstüne atmış, objektife gülümsüyordu. Üstündeyse “Sibel seni arkadaş olarak ekledi,” yazıyordu. Acı acı gülümsedi Orhan. Sonra aklında bir fikir belirdi: herhangi bir sözlüğe “Facebook’taki kadın reklamlarından medet umanlar,” diye bir başlık açabilir; altına cinsel açları ve fakirleri aşağılayan bir yazı döşeyebilirdi. Gelen tepkiler onu en az üç saat oyalar, hatta bir ihtimal eğlendirirdi. Sözlüğü açıp başlık metnini girdi. Altına da uzun olmasını planladığı yazısının ilk cümlesini yazdı: “İnternetin fakirlere ve cinsel açlara yasaklanması gerektiğini bir kez daha kanıtlayan güruh.”

Şimdiden eğlenmeye başlamıştı Orhan. Yüzünde hınzır bir gülümseme belirmişti. İkinci cümlesini yazmak için klavyeye eğildi. Parmakları bir süre klavyenin üstünde, dokunmaya cesaret edemiyormuşçasına havada kaldı. Biraz sonra, hiçbir tuşa basamadan geri çekildi genç adam. İkinci cümleyi düşünmemişti ki? Oysa yazmadan önce düşünmeliydi. Öyle yaptı, birkaç saniye düşündü. Fakat aklına yazıyı vurucu kılacak, bolca tepki çekecek cevval bir fikir gelmedi. En iyisi, reklama tıklamak ve biraz malzeme toplamaktı.

Tekrar Facebook sekmesini açtı ve reklama tıkladı. Daha önce adını dahi duymadığı bir web sitesi, ona yarenlik eden on kadar alakasız pencereyle birlikte açıldı. Neyse ki bilgisayarının zaten ahı gitmiş vahı kalmıştı – virüstü, casus yazılımdı, iplemedi Orhan.

Sitenin yüklenmesi tamamlandığında, ekranın sağ alt köşesinde bir mesaj belirdi: “Hoş geldin,” diyordu Sibel. Orhan yine gülümsedi. Sırf öz-gıcıklığına, “Hoş bulduk,” yazdı metin kutusuna. Enter’a bastı. Siteyi çözümleyebilmek için birtakım linklere tıklamaya başlamıştı ki, Sibel’den “Nihayet!” diye bir mesaj geldi.

“Vay, gerçeksin demek?” yazdı Orhan. Maksadı yapay bir zekayla alay etmekti.
“Gerçeğim tabii. Altı ay oldu, ümitle bekledim cevabını. Nihayet geldin.”
“Madem gerçeksin, söyle bakalım, adım ne benim?”
“Orhan.”

Orhan bir an şaşırdı, sonra bu siteye Facebook aracılığıyla geldiğini hatırlayıp rahatladı: “Profilimde yazmayan bir şeylerden bahset o zaman.”

Orhan ilgilenmiyor görünmeye çalışsa da aslında gözü “Sibel is typing,” cümlesindeydi. O cümlenin yerini Sibel’e ait bir cümleye bıraktığını görmek istiyordu hemen. Nihayet cevap geldi: “Zavallının tekisin.”

“Hakaretin lüzumu yok.”

Orhan nedense bozulmuştu.

“Hakaret etmiyorum, gerçeği söylüyorum. Ben de zavallıyım. Bunda gocunacak bir şey yok,” dedi Sibel.

“Ben zavallıyım da, bir eskort sitesinde erkek müşteri avlayan sen çok mu iyi durumdasın?”
“Ben de onu diyorum ya işte. Ben de zavallıyım. Belki ben daha zavallıyım.”
“Ben en azından kaltak değilim!”
“Ben kaltak değilim! Ben gerçekten sana ulaşmak için bu siteye üye oldum.”

Orhan’ın yüzü değişti: “Nasıl yani?”
Sibel cevap verdi: “Yahu reklamda görünmesi benim tutkularımı geçersiz mi kılar?”
“Ne tutkusu be...”
“Hayata tutunmaya çalışan bir zavallıya, benim gibi olana olan tutku. Bir öğrenci evinde kurulan şövalyelik hayallerine, pornodan gayrı tutulan aşk özlemine olan tutku. Yokluğun verdiği kıymetbilirliğe; sana olan tutku. Benim tutkum, Orhan.”

Orhan’ın elleri titriyordu.

“Benimle kafa bulabilirsin, beni kandırabilirsin. Bu çok kolay bir şey. Sonra bana gülüp ‘nasıl yedi ama,’ deme. Diyemezsiniz de zaten.”
“‘Biz’ kimiz be? Asıl sen benimle kafa bulma,” dedi Sibel. “Ama bir defaya mahsus değil, hayat boyu kafa bulma benimle. Bana hiç yalan söyleme.”

Orhan’ın topografyası da psikolojisiyle birlikte değişmişti. “Neredesin?” diye sordu Sibel’e. Sibel adres verdi. Orhan ev arkadaşlarının deodorantlarıyla duş aldı, parfümleriyle kurulandı. Hemen bir taksi çağırdı (bu kısmı hatırlamıyordu bile) ve Sibel’e gitti.

Adrese vardığında gördü ki, Sibel gerçekten Sibel’di. Çok güzeldi. Gerçi dünyanın bazı coğrafyalarında testosteronun bu seviyesi tavuğu dahi çok güzel olarak lanse edebiliyordu bünyeye, ama burası o coğrafyalardan biri değildi. Burada eşekten berisi çirkin addedilirdi. Oysa Sibel, Orhan’ın rüyasında görebileceği en güzel kadından daha güzel sayılmazdı, fakat yine de hayal edebileceğinden çok daha güzeldi. Bacakları filan vardı Sibel’in.

Sabaha kadar sohbet ettiler. Bir ay sonra evlendiler.

Artık Sibel’in evinde yaşıyordu Orhan. İç güveysinden hallice, fakat gayet güzelce, genişçe... Kendisi hala para kazanmıyor olsa da karısı eve hiç olmazsa ekmek getirebiliyordu. Bir şekilde mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı.

Şimdi Facebook’ta kimseyle sohbet etmesi gerekmiyordu Orhan’ın. Porno sitelere de hayli yabancı olmuştu. Ama bilgisayardan vazgeçmiş değildi. Bilgisayar oyunlarına sarmıştı bu aralar. Hatta az önce bir oyun satın almış, aktivasyon kodu için e-mail’ini kontrol ediyordu.

Gözü bir e-mail’e takıldı. Başlıkta, “Tebrikler, 10 milyon Dolar kazandınız,” yazıyordu. Dalga geçiyor kisvesi altında, normalde asla sahip olamayacaklarına sahip olmanın rahatlığıyla ama çok içerilerde devasa bir umutla, tıklayıverdi Orhan. On dakika sonra, zengin olmuştu.

Sonraki haftalarda Bill Gates’in servetini dağıtmasıyla zenginliğine zenginlik kattı. “Akmasa da damlasın,” düsturuyla tıkladığı “Şeker otomatı kurun, ayda 4000 Lira kazanın,” linkiyle hayatını garantiye aldı. “Hangisi Amerika’nın başkentidir,” sorusuna verdiği “New York” cevabıyla da Yeşil Kart kazandı.

Şimdi tek dileği, Sibel’in rızası olmadan gideceği Amerika’da mutlu olmaktı. Facebook’ta dolanan, “Dileğinizin gerçekleşmesi için bu iletiyi tüm arkadaş listenize gönderin, yoksa öleceksiniz,” mesajını tüm arkadaşlarına forward ederek bu sorunun da üstesinden geldi. Ardında gözü yaşlı bir Sibel bırakarak Amerika’ya gitti Orhan.

Amerika’da ilk birkaç ay çok mutlu oldu hakikaten. Bir kızla tanıştı, Sibel’den bile güzeldi. Adı Amy’ydi. Çok iyi anlaştılar, daha bile iyi seviştiler. Orhan hayatının hayatını yaşıyordu.

Birkaç ay böyle sürdü. Sonra ortaya çıktı ki Amy uyuşturucu müptelasıydı. “Neden ben!” diye sordu isyankar Orhan. “Nedeni sen olman,” dedi tiryaki Amy. Orhan pek zeki sayılmazdı, ama mesajı almıştı. Amy’nin suyuna gitti, hatta ona yardım ve yataklık etti. Tüm parasını Amy’ye uyuşturucu alarak ve onu hapisten kurtararak harcadı.

Amy’nin son tutuklanışında, artık ne onu, ne de kendisini kurtaracak parası kalmıştı Orhan’ın. Sınırdışı edildi, Türkiye’ye döndü. Sonra memleketine, Sibel’e geldi. Doğduğu yer değil, doyduğu yerdi ya... Meğer öyle değildi, Sibel onu küfür ve şiddetle kovdu.

Orhan mecbur, her şeyin başladığı öğrenci evinin kapısını çaldı. Tek gerçek arkadaşı Davut açtı kapıyı. Birkaç saniye bakıştılar. Davut içeri koştu, elinde bir bıçakla geri döndü. Gerindi, Orhan’ın karnına nişan alıp ver etti bıçağı. Neyse ki Emre Davut’un kolunu son anda tuttu. “S.ktir git Orhan! S.ktir git!” diye bağırıyordu Emre. Orhan donakalmıştı. Belki hayatında birçok hata yapmıştı ama, ne Davut’a, ne de Emre’ye bir yamuğu olmamıştı neticede.

“Lan git!” diye bağırıyordu Emre. Davut’unsa çenesi kilitlenmiş, gözleri faltaşı gibi açık, Emre’nin müdahalesine rağmen bıçak savuruyordu Orhan’a. Nihayet konuştu Davut:
“Sen kimsin lan benim Sibel’ime saldıracak!” Bağırmıyordu, seni hırıltılı, boğuktu.

Fakat Emre bağırdı:
“Lan defol, yemin ederim ben öldürürüm seni!”
İçeriden Sibel’in ağlayışı duyuluyordu.

Orhan’ın aklına henüz kaçmak gelmemişti. “Ama ben çok şanslıydım,” dedi Orhan. Çok şaşkındı.

Bunu duyan Davut, deli kuvvetiyle Emre’yi ezip, Orhan’ı delip geçti. Orhan şimdi daha da şaşkın, Davut’un gözlerine bakıyordu.

Şimdi Emre de şaşkındı. Bağırıyordu: “Öldürdün lan! Öldürdün zavallıyı!”

Sibel geldi. Gözleri ıslaktı, fakat müthiş metindi. “Zavallı değil o,” dedi. “Gebersin köpek!”

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Oğlum

Oğlum,

Madem doğdun, hadi kalk yürü!
Olmadı bari dizlerini sürü.
Bil ki koş diye yaptık seni.
Ne kadar kısa tutsan emeklemeyi,
O kadar iyi.
Sonra konuş, “baba” de.
Ama sakın isim verme!
N’olur n’olmaz...
Yaşlı kalbim kaldırmaz.
Kurtulunca memeden,
Açtım toktum demeden,
Balından peteğinden,
Dalından çiçeğinden,
Her türlü nasiplen.
Vakti geldiğinde,
Yazdıracağız bir mektebe.
İyisinden, mümkün mertebe...
Sonraki on iki sene,
Biz veliyiz, sen talebe.
Birkaç seneye fark edeceksin,
Kız değilsin sen, bir erkeksin.
Gün gelecek dövüşeceksin,
Gün gelecek, anlarsın ya,
Sapına kadar sevişeceksin.
Ha, bu arada bacına
Allah korusun, yan bakan olursa,
Kim yarattı, gözetmeden,
Ölümüne girişeceksin.
Hakkını aramayı bil,
Tabii her zaman da değil.
Dişinin geçtiğini sindir ama,
Güçlünün karşısında eğil.
Sonra gir bir üniversiteye.
Ama hak arayacağım diye,
Siyasi olaylara bulaşma.
İlla bulaşacaksan da,
İktidardakinden şaşma.
İdeoloji dediğin kırkına kadar,
Ondan sonrası palavra.
Ayağa kalk Sakarya!
Sen de Levent Kırca,
Ben diyeyim Akbaba...
Böyle yazdım bu mektubu.
N’apsaydım, hepimizin umudu sensin la bebe!
Eh, şimdi top sende.
Her türlü aban.

Baban.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Türk Filmi - Tamirci Çırağı

On dokuzuna bugün basmıştı Hakan. Fakat çıraklık yapmakta olduğu oto tamirhanesinde bu yıldönümü şimdilik pek bir nümayişe sebep olmuş değildi. O dönem Facebook filan yoktu tabii, kim nereden bilsindi Hakan’ın doğum gününü?

Hakan fakir bir ailenin en büyük oğluydu. Babası, o on iki yaşındayken ebediyete intikal etmişti. O günden beri garip, hasta anacığına Hakan bakıyor; dört kardeşini üç kuruşa çıraklık yaparak o büyütüyordu. Bu sırada sabahlara kadar ders çalışmayı, üniversite imtihanlarına hazırlanmayı da ihmal etmiyordu. Bir elinde distribütör kapağı, bir elinde İnkılap Tarihi, çalışıyordu da çalışıyordu. Yedi yıldır böyle devam ediyordu hayatı. Vakitsizlikten ne bir sinema görmüştü bunca yıl, ne de bir kız arkadaşı olmuştu. Bunları düşünüp içinden küfrederken, tamirhaneye bir araba geldi. Gıcır gıcır, kıpkırmızı, son model bir Renault 12’ydi bu. Sürücü kapısı açıldı, içinden bir tanrıça indi.

Hakan kendisini bildi bileli ilk kez bir kadın karşısında böyle ensesinden içeri buz atılmışa döndü. Allah’ım, bu ne güzellikti! Sapsarı saçları, küçücük burnu, derin göğüs dekoltesi ve bir mini etekle altı çizilmiş muazzam vücuduyla bu kadın, şimdiye dek resmini dergilerden kesip hayranlıkla izlemekle kalmadığı kadınlardan bile daha güzeldi. Hatta tüm o kadın resimlerini bir bütün haline getirse Hakan, bu kadın etmezdi. Ki, bir şekilde o resimleri bir bütün haline getirmişti zaten, fakat bu ulvî dakikada bu gerçeği ve yöntemini aklına getirmek istemedi. Ağzı açık, kadını izlemekteydi. Zaman durmuştu sanki. Kadın yaklaştı, yaklaştı... İyice dibine sokuldu:

“Sen aradığım erkeksin. Al beni!” dedi Hakan’a.
“Affedersiniz?”
“Yahu vaktim dar dedikçe herkes üstüme üstüme geliyor. ‘Şunun yağına bir bak,’ dedim!”

Hakan derhal kendisine geldi. Kaputu açıp motor yağına baktı, eksilmişti. Eksiği tamamladı ve kaputu kapattı.

“Tamam mı?” dedi kadın.
“Tamam.”
“Ne kadar?”

Hakan bir şey diyemedi. Hayatının aşkını bulmuştu, bir de para mı isteyecekti? Bunları düşünürken kadının eline tutuşturduğu parayı fark etmedi bile.

“Al, elli Lira.”

Hakan elindeki paraya baktı. Gülümsedi. Bugünlük nevalesini şimdiden doğrultmuştu. Üstüne bir de hayatının aşkını bulmuştu! O sevinçle, “Bugün benim doğum günüm,” deyiverdi ve bu söylediğine kendisi de şaşırdı. Kadının gülümseyen mavi gözlerinde kaybolmuştu.

“Kutlu olsun,” dedi kadın.
“Eee?” dedi Hakan.
“Ne ‘eee’si? Daha para mı istiyorsun? Allah gözünü doyursun!”

Para mı? Para neydi ki şu an hissettiklerinin yanında? Aşka düşmüş, yanıyordu; gözü para mı görürdü şimdi? Ayrıca tam bir günde alacağı bahşişi öğlenin 11’inde almıştı zaten. Gücendi Hakan. Dünyadaki her şeyin para olduğuna inanmış bu şımarık güzel kıza hak ettiği cevabı sağlamından bir laf sokarak vermek istedi:

“Dünyada her şey para mı sizin için?”
“Değil.”

Buna bir cevap hazırlamamıştı Hakan:

“Bence de değil. Yani, daha önemli şeyler var tabii sonuçta.”
“Tabii var. Yalnız, benim de bayağı acelem var. Gitmem lazım.”
“Adını bahşetsen?”
“Gülin. İyi günler.”

Gülin arabasına yöneldi.

“Dur!” diye seslendi Hakan. “Senden çok hoşlandım. Çok güzelsin.”
“Allah razı olsun.”
“Akşam boş musun?”

Hakan bunu söylerken sağ gözünü kırpmıştı.

“Öööf! Hadi, eyvallah!”

Hakan bu cevaba hayli bozuldu:

“Sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına dökülen akla biter!”
“Burada bir kara sevda başlamadan biter. Baaay!”

Gülin taktı geri vitese, o fade-out’lu türko-sinematografik Renault 12 sesiyle bastığı gibi gitti. Hakan tüm fakirliğiyle kalakalmıştı.

Kim bilir kime gitmişti Gülin. Hakan düşündü: fekaret böyle bir şeydi işte. Her şeyi doğru yapsan da her şeyi yanlış yapan zenginin yanında bile bir hiçtin. Ayrıca “fekaret” diye bir sözcük gerçekten var mıydı? Bakirlik bekaret ise fakirlik de fekaret idi gerçi. Öyle olmalıydı. Yoksa da vardı artık bu kelime. Genç Hakan buna kanaat getirmişti. O an karar verdi: üniversiteyi kazanmalı, saygın bir meslek edinmeli ve çok zengin olmalıydı.

Dört ay sonra üniversite sınavına girdi Hakan. Sonuçlar açıklandığında, kazanmışlığın yakınına bile uğrayamadığını, aldığı pespaye puanla barajı dahi aşamadığını öğrendi. Neyse ki geçen dört ayda, bir üniversitenin verebileceğinden çok daha faideli bilgiler edinmişti. Mesela, motor yağı değişimi için altmış, fren balatası için yüz elli Lira; artık mahir hale gelmiş bir tamirci olarak rektifiye için üç bin Lira isteyebilir ve bunu patronuna bildirmeyebilirdi. Ayrıca yan sanayi parçaları orijinal diye kakalamak, hatta “değiştirdim” deyip aslında değiştirmediği parçalar için yüzlerce Lira talep etmek gibi geniş bir hareket alanı vardı.

Hakan, böyle böyle kenara üç beş kuruş koymaya başladı. Yevmiyeye olan bağımlılığı azaldıkça daha özgüvenli, daha cesur, işinde daha başarılı hale geliyordu. Üstelik, tamirhaneye de daha çok kazandırır olmuştu. Birkaç ay sonra, atölye sahibi, onu ustabaşı yaptı.

Ustabaşı olunca Hakan, kenara daha çok para koyma fırsatını buldu. Bir yıl geçmeden işten ayrıldı ve biriktirdiği sermayeyle kendi tamirhanesini kurdu. İki yıl sonra yetkili servislik aldı. Üçüncü yıl dolduğunda, nihayet, otomotiv yan sanayiinin önde gelen iş adamlarından biri haline gelmişti.

Tüm bu süreçte Gülin’in de kim olduğunu öğrenmiş, onu yakından takip eder olmuştu. Gülin, büyük bir holding sahibinin – gerçekten de şımarık – tek kızıydı. Fakat bir önceki yıldan itibaren, babasının sahibi olduğu holding büyük zarar etmeye başlamış, Hatta iflasın eşiğine gelmişti. Gazetelere bakılırsa, babası her şeyini kaybeden Gülin, şu sıralar berbat halde olmalıydı.

Oysa Hakan artık çok zengindi. Her zengin gibi şimdi o da sapkın partilere katılıyor, alkol ve uyuşturucunun dibine vuruyordu. Seda’yla da bu partilerden birinde tanışmıştı.

Seda naif bir kızdı. Hakan’a ihtiyacı olan her şeyi veriyodu. Sevgi, ilgi, sadakat, cinsellik, oedipus... Fakat Hakan’ın gözü hala Gülin’den başkasını görmüyordu. Gülin’le bir kez daha karşılaşmak ve bu kez vuslata ermek için yanıp tutuşuyordu. Ve bu durumdan Seda da haberdardı. Çok üzülüyor, fakat sesini çıkartmıyordu. Hakan’ın, değerini gerçekten takdir edeceği günü bekliyordu.

Bir sonbahar günüydü. Hakan, işçilerini teftiş etmek için yönetim katından atölyeye inmiş, kaputu açık, tekerleksiz otomobillerin arasında ağır ağır dolaşıyordu. Birden, içeri bir Renault 12 girdi. Kırmızıydı. Hakan’ın Renault 12’ye duyarlı dikkati derhal oraya yöneldi. Yıllar önceki gibi gıcır gıcır değildi ama, o arabaydı bu. Bir kez daha açıldı kapısı. Ve içinden bir kez daha Gülin indi. Bir kez daha çok güzeldi. Hala Gülin idi.

Hakan farkında bile olmadan Gülin’in bir adım önüne kadar yaklaşmıştı. Büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Bir süre bakıştıktan sonra Gülin:

“Siz...” dedi.
“Evet, ben. Dört yıl önce fakir olduğu için reddettiğin çırak parçası!” dedi Hakan. Neyse ki içinden demişti bunu. Dışından, “Evet...” diyebildi.
“Osunuz, değil mi?”
“Hm hm...”
“Çok güldük o gece. Kusura bakmadınız inşallah?”

Hakan anlamamıştı:

“Güldünüz mü? Neye?”
“Restoranda düştünüz ya... Off, aklıma geldikçe gülüyorum. Bir de kalkarken masayı devirmeniz...”

Hakan hatırladı. Lan hadi Seda’ya ağır rezil olmuştu o gün de, Gülin de mi oradaydı?

“Ben de kendime çok güldüm sonra,” diyerek usta bir manevrayla geçiştirdi Hakan. Gülin’in kendisini bu şekilde hatırlıyor olması fenaydı.

“Neyse. Direksiyon biraz sağa çekiyor. Onu göstermeye geldim,” dedi Gülin.
“Tamam, çocuklara söylerim, bakarlar şimdi.”
“Yalnız acelesi var. Arabayı satışa çıkarttım da, eksiğini gediğini halledip öyle vereyim istiyorum.”

Demek Gülin hakikaten zor durumdaydı. Demek babası iflas bayrağını çekmişti. Demek artık gerçek bir şansı vardı Hakan’ın.

“Hayır Gülin,” dedi Hakan. “Bu arabayı satmayacaksın.”

Gülin şaşkındı:

“Birincisi, adımı nereden biliyorsunuz? İkincisi, arabamı niye satmayacakmışım?”

Hakan gülümsedi:

“Birincisi, yıllar önce benim çırak olarak çalıştığım tamirhaneye gelmiştin. Sana o saniye aşık olmuş, adını sormuştum. Sen de söylemiştin.”
“İlginç.”
“Fakat sonra, görüşme teklifimi geri çevirmiştin. Bir çırak parçası olduğum için konuşmaya bile layık bulmamıştın beni. Hatırladın mı?”
“Evet, şimdi hatırladım.”
“Hoş, seni suçlamıyorum: tabii bana bakmayacaktın, tabii hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna beni bırakıp gidecektin. Tabii, kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme dönecektin!”
“Dinliyorum?”
“Gelelim ikinci soruna... Bu arabayı satmayacaksın Gülin. Çünkü artık ben çok zenginim. Baban iflas etmiş olsa bile sana aynı gamsız saadeti yaşatmaya ben devam edeceğim.”
“Ciddi misin?”
“Çok ciddiyim hem de.”

Hakan tekrar gülümsedi. Kollarını açıp Gülin’le arasındaki bir adımlık mesafeyi kat etti. Tam ona sarılacaktı ki, Gülin onu itti:

“Bir dakika.”
“Evet?”
“Şimdi, beyefendi...”
“Hakan.”
“Şimdi, Hakan, öncelikle ben nişanlıyım.”

Hakan yıkılmıştı:

“Hayır!”
“Evet.”
“O zengin piçi sana ne vaadediyorsa, on katını, milyon katını ayaklarına sererim Gülin!”
“Zengin filan değil. Babamın çaycısı.”
“Çaycı mı? O kadar mı düştün?! Hayır, Gülin! Seni bu korkunç mukadderattan kurtaracağım. Güven bana. Babanın artık beş parasız oluşu seni böyle sefil bir geleceğe mahkum etmeyecek!”
“Hah, ben de o konuya değinecektim. Babam iflas etmiş filan değil. Şirket kurtuldu, hatta şu sıralar genişliyor çok şükür.”
“Nasıl yahu? O zaman niye bir çaycı parçasıyla nişanlanıyorsun?”
“Düzgün konuş. Aşığım ben Suphi’ye. İki ay sonra da evleniyoruz.”
“Hayda...”
“Ne hayda?”
“E madem çaycıyla bile evlenebiliyordun, o zaman dört sene evvel beni niye reddettin Gülin?”
“Çünkü... Kişisel alma sakın ama... İnanılmaz iticisin, Hakan.”
“Ve?”
“Lütfen yanlış anlama, bir de karakterin beş para etmez.”

Hakan bir süre hiçbir şey söyleyemeden Gülin’e baktı. Başı, hissiyatını dışavuracak tek kelimeyi arar gibi hafif hareketlerle sağa sola gidip geliyordu. Titrek bir sesle:

“Demek öyle,” dedi.
“Aynen öyle, Hakan.”
“Ben de bunca yıl suçu kendimde, fakirliğimde aramıştım. Şimdiyse... O kadar mesudum ki... Gülin, bana bir konuda söz vermeni istiyorum.”
“Nedir?”
“Mutlu olacaksınız.”
“Sana niye söz veriyorum yahu? Allah Allah! Manyak mıdır nedir!”

Gülin hışımla arkasını dönüp arabasına atladı. Motoru çalıştırdı ve gitti. Hakan hüzünlü fakat mütebessimdi.

“Mesut ol Gülin’im,” dedi titrek dudaklarının arasından. İçi huzur dolmuştu. Demek Gülin, Hakan’ın fakirliğini hiçbir zaman sorun etmemişti. Fakir olduğu için sevgisini ondan esirgemiş değildi. Hayatının uktesinin üstü böyle tatlı bir kapakla örtülmüştü artık. Artık yarınlara, kendi geleceğine bakabilir; payeyi, kıymetini gerçekten bilenlere verebilirdi. Birden aklına geldi: Seda... O güzel, o masum, o cefakar kız... Odasına çıktığı gibi ceketini giydi ve hususi otomobiline atlayıp eve doğru yola çıktı. Yıllar sonra ilk kez gerçekten gülümsüyordu.

“Kim o?”
“Benim aşkım!”

Seda kapıyı hayret ve mutluluk dolu gözlerle açtı. Hakan’ın uzattığı koca bir buket çiçeği görünce şaşkın sevinci bir kat daha arttı.

“Hakan!”

Sarıldılar.

“Seda’m... Seni çok seviyorum!”
“Ben de seni Hakan! Ben de seni... Çok, ama çok seviyorum!”
“Benimle evlenir misin?”

Seda mutluluk sarhoşu olmuştu. Çığlıkla karışık:

“Evet aşkım, evet!”

Bir kez daha sarıldılar, uzun uzun öpüştüler. Bir an oldu ki, Seda Hakan’daki bu ani değişimdeki tuhaflığın, Hakan’sa bu duygu selindeki manasızlığının farkına vardı. Öpüşmelerini usulca, fakat hiç bozuntuya vermeden noktalayıp; karınlar bitişik, göğüsler arası mesafe yirmi santimetre olacak ve göz teması sürdürülecek şekilde birbirlerinden uzaklaştılar. Tebessümler bakiydi, fakat kız tarafında şüpheci, erkek tarafında hafif bezgin olacak şekilde yeniden düzenlenmişti.

“Bu güzel sürpriz nereden çıktı, aşkım?” dedi Seda.
“Beni niye seviyorsun, Seda?”
“Hmm...”

Seda biraz düşündü. Soru zaman aşımına uğrayacakken Hakan devam etti:

“Beni ben olduğum için seviyorsun değil mi? Yakışıklı olduğum için değil, zengin olduğum için değil, ben olduğum için.”
“Aşkım... Yakışıklı filan değilsin ki, nasıl böyle bir şeyi düşünebilirsin?”

Hakan bayağı bozuldu, fakat renk vermedi:

“Ama zenginim?”
“Evet, zenginsin. Sen zenginsin ve ben seni sen olduğun için seviyorum.”
“Yani?”
“Ben seni her özelliğin için seviyorum Hakan. Bu özelliklerden birine sahip olmasan sen olmazdın ki? Mesela dürüstlüğün, mesela şefkatin, mesela zenginliğin...”

Hakan’ın mutluluktan gözleri yaşardı yaşaracaktı. Bir kez daha ve bu kez daha sıkı sarıldı Seda’ya. Ne para, ne pul, ne de para pulla gelecek aşk gerçek mutluluğu getirebilirdi. Gerçek mutluluk işte buydu. Onu seven, onun her zaman arkasında olacak bir dost, bir sevgiliydi gerçek mutluluk.

Geçen dört yılı düşündü Hakan. Aşkı için zengin olmak zorunda kalmıştı ve o da hiçbir işe yaramamıştı. Meğer saadet hep yanıbaşındaydı. O halde ne gerek vardı tüm bu çabaya, çalıp çırpmaya, hak yemeye? “Hemen şimdi gidip atölyeye kilit vuracağım,” dedi içinden. “Başkaları için daha fazla mutsuzluk yaratmadan bu işe bir son vereceğim.” Bir süre huzurla gülümsedikten sonra birden, “Yok lan,” dedi. “Şahane ciro getiriyor dükkan. Kapatmak olmaz. Böyle iyi.”

Seda’ya sarılıyordu hala.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Neil Armstrong kimdir?

5 Ağustos 1930’da dünyaya geldi. 16 Mart 1966’da uzaya gitti. 17 Mart 1966’da Dünya’ya geldi. 20 Temmuz 1969’da Ay’a gitti. 24 Temmuz 1969’da Dünya’ya geldi. 25 Ağustos 2012’de dünyadan gitti.

5 Temmuz 2013 Cuma

Aşırı Konformist Yasaiçi Örgüt

1 + 1 = ;)

18 yaşımdan beri öyle veya böyle medyada çalışıyorum. Gözümü medyada açtım desem yeridir. Eh, bizim sektörü de az çok bilirsiniz: alkol, uyuşturucu, seks, türlü sapkınlıklar... Tatmadığımız dünyevi zevk kalmamıştır. “Geğirene aferin, osurana bravo deriz,” diyeyim, siz anlayın.

Neyse, geçen gün medya sektörü olarak bir kafede buluştuk (Cihangir). Eh, bir noktada konu kaçınılmaz olarak eski günlere geldi. Pendik’teki 1+1 dairelerimizde yaşadığımız o unutulmaz geceleri, 1+1’e sığdırdığımız nice 8+8’leri kahkahalarla yad ediyorduk ki, set asistanı bir arkadaşımız “Pendik’te 1+1 dairelere yasak gelmiş,” dedi. İşte o an kahkahalarımız donuverdi yüzlerimizde. Başımızı öne eğip sustuk ve viskilerimizden birer yudum daha aldık. Demek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Değerli kağıt

Ertesi gün, yeni ehliyetler için istenen 101 Liralık değerli kağıt bedeli 15 Lira’ya indirildi de sevincimizden Pendik hatıralarımızın yok oluşunu biraz olsun unuttuk.

Halbuki arkadaş, ne seviniyorsun? Paradan daha değerli kağıt var mı? Bugün o beğenmediğin 15 Lira’yı satın almaya kalksan, 15 Lira’dan aşağı alamazsın. Sıfırı da değil ha, bilmem kaçıncı eli (zaten benim bu hayattan anladığım, sıfır paranın makbul bir şey olmadığıdır.) Kaldı ki, hadi verdim 15 Lira’yı, aldım ehliyeti. Yarın öbür gün sıkılıp desem, “Araba, debriyaj filan, bunlar bana göre şeyler değilmiş. 15 Lira 15 Lira’dır. Ben şu ehliyeti bir okutayım.” Kim alır! Beş para etmeyen değerli kağıt mı olurmuş? (Manevi değer kast ediliyorsa o ayrı tabii, saygı duyarım.) Ayrıca ehliyet kağıt bile değil, plastik. Nereden tutsan elinde kalıyor!

Hatırlayınız, benzer bir eşeği kaybettirip tekrar buldurma marifetiyle sevindirme süreci HGS’nin lansmanında da yaşanmıştı. Hani şu hızlı geçmenin yasak olduğu Hızlı Geçiş Sistemi’ni kast ediyorum (Acil değil ama çabuk çabuk geçiş sistemi?). N’oldu? İşe yaradı, razı olduk. Ha, şimdi gişeden her geçişimizde süpermarketten hiçbir şey almadan çıkarken büründüğümüz “dikkat ettiyseniz hiçbir şey çalmadığım için ne kadar rahatım ve hareketlerim de bir o kadar yavaş, çünkü kaçmıyorum,” pozunu takınıyoruz, o ayrı. Ya da en azından ben takınıyorum, bilemiyorum.

Haşa, yanlış anlaşılmasın, “bu paralar bizden niçin toplanıyor,” diye sorguluyor değilim. Yeter ki Devlet-i Âlîyye istesin, elbette, porsuk gibi, çöl semenderi gibi öderiz. Fakat ben izlenen yöntemi hükümetimizin ileri görüşlülüğüne yakıştıramıyorum. Her şeyin bir yolu yordamı var neticede. Vergi müessesesi ne güne duruyor saygıdeğer vekiller, değerli okul müdürüm ve sevgili arkadaşlarım? Dayayacaksınız vergiyi, toplayacaksınız parayı. Bunu da mı biz söyleyelim? Adı “vergi” olunca çünkü, başka türlü oluyor. Daha bir şey oluyor. Böyle, nasıl söyleyeyim... İşte, neticede, vergilendirilmiş kazancın kutsallığının bilincinde olan bizler, seve seve ödüyoruz o parayı. Çünkü biliyoruz ki ödediğimiz her kuruş vergi, bize yol, su ve elektrik faturası olarak geri dönüyor.

Yani ne gerek var böyle birtakım kapuskayı gösterip brokoliye razı etme numaralarına? (Bu noktada nedense aklıma Süleyman Demirel geldi. Ben hep Süleyman Demirel’in bildiklerini bilmek istedim. Bir de Şenkal Atasagun’un... Gerçi bildiklerini bilmeyi kaldıramayabilirdim. Neleri bildiklerini bilsem yeterli olurdu herhalde.) Halk illa sokaklara dökülüp “harç değil, vergi istiyoruz,” diye slogan mı atsın yani?

Gezi parkı eylemleri ve yanlış anlaşılanlar

Ama söylemeden edemeyeceğim, halka da ayrıca kırgınım. Adam “Biz onları da çok iyi biliriz,” diyor, halk “Eksik olmayın Başbakanım, biz de sizi iyi biliriz,” diyeceğine alay ediyor onunla. Yahu kişi karşısındakini de kendisi gibi bilirmiş. Başbakan çok iyi adam olmasa seni çok iyi bilir mi? Size hiç yaranılmayacak mı kardeşim? (Bu arada, postallarınız ve yeniden giydiğiniz Milli Görüş gömleğiniz muhteşem bir kombin oluşturmuş efendim. Giyinmeyi de çok iyi biliyorsunuz. Saygılar.)

Sonra neymiş, son günlerde havaya ateş eden polis, sık sık ıskalar olmuş. Seken mermiler bazen (çok nadiren) yanlışlıkla birilerini öldürüyormuş. Olamaz mı? Hava çok mu büyük bir hedef sanki? “Gezi Parkı olaylarında nefes alacak kadar bile hava bulamadık,” diyen siz değil miydiniz? On binlerce kişinin bulamadığı havayı polis nasıl vursun?

Gerçi, kime söylüyorum... Bu ülkede hala Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın tweet’lerine tepki gösteren insan var yahu! Arkadaş, sen hiç çocuk olmadın mı?!

Ülkeyi birbirine kırdırdınız be! Sizin yüzünüzden bir ara herkes her şeyi boykot etmeye başladı. Yanlışlıkla sosyalist devrim yapan ilk ülke olmanın eşiğinden döndük resmen.

Neyse, daha fazla asap bozmadan siyaseti bırakalım da biraz bilim konuşalım.

Profesör dediğin elbette yenilikçi olacak

Newton mekaniği (fiziği), deterministiktir. Yani gözlemlerden varılan neden sonuç ilişkilerine dayanır. Der ki, “Bir dal parçası zibilyon kere belli bir yükseklikten bırakılmış ve yere düşmüşse, demek ki mukadderat bu şekildedir.”

Ondan yüzyıllar sonra çıkan kuantum mekaniğiyse, “Yok arkadaşım,” der. “Belki zibilyon artı birinci denemede dal parçası yere düşmek yerine gökyüzüne yükselecek? Sen mikro ölçekte neler dönüyor biliyor musun da makroya don biçiyorsun? Bilimde öyle neden-sonuç filan yoktur, kısmet vardır (Kopenhag yaklaşımı).”

Şimdi, bunu Einstein söyleyince kabul ediyoruz da, yine Einstein gibi değerli bir başka profesör olan Abdülaziz Bayındır söyleyince niye reddediyoruz? Adam gayet makul, diyor ki: “Dünya’yı Güneş aydınlatmaz, ‘gündüz’ adı verilen varlık aydınlatır.” Yani diyor ki: “Güneş olduğu için gündüz var değil, gündüz olduğu için Güneş var.” Ben bilmem, belki doğru, belki yanlıştır. Ama ortada bilimsel bir önerme var. Bir teori var. Fiziğe dair ne biliyoruz da koskoca ilahiyat profesörünün demeciyle dalga geçiyoruz?

Bilim yenilik ister. Dünya’yı Güneş’in aydınlattığı bilgisi de binlerce yıllık bilgi. Artık sizce de çok eskimedi mi? Hem, “gündüz” adı verilen varlığın varlığı ispatlanırsa ben sorarım size... #DirenBayındır. Einstein’la da dalga geçmişti bu zevat!

Gelelim asıl mevzuya

Özge Ulusoy’un göbek deliği, evet, fazla yukarıdadır.

Bir başka yazıda görüşmek üzere, herkese selam ederim.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

576 Numara

Sabahın köründe, son model cep telefonumun ısrarlı çalışına daha fazla direnemeyerek uyandım. Telefonu açıp “alo,” dedim (veya “alo”ya benzer bir şeyler homurdandım). Hattın öbür ucundaki ses, “selamunaleyküm,” diye söze girdi ve “aleykümselam,” dememi beklemeden devam etti:

“Bilecik’e ilk otobüsünüz ne zaman?”

Ne Bilecik’i? Ne otobüsü? Sabahın kör saatinde bu herif neden bahsediyordu böyle?

“Yanlış numara oldu herhalde,” dedim. Başparmağım telefonun “kapat” düğmesine temas etmişti ki, adamın hemen pes etmeye niyetli olmadığını anladım:

“Pardon, 215 38 41 değil mi?”

“Değil,” diye cevap verdim. Takip eden bir saniyelik sessizlikte, adamın bir cümle daha kurma çabasında olduğunu sezdim. Buna müsaade edemezdim. “İyi günler,” deyip telefonu derhal kapattım.

Telefonun ekranına baktım, üç cevapsız çağrı daha vardı. Üçünün de az önceki müstakbel yolcu olduğunu görünce, ilk kez, sinirlenmek geldi aklıma. Bir insan bir kez karıştırabilirdi, hadi belki en fazla ikinci kez karıştırabilirdi. Fakat üç kez yanlış kişiyi aramak için basbayağı debil olmak lazımdı. Hayır, benziyor olsak neyse... Ben 215 28 41’dim, adamsa 215 38 41’i arıyordu. 38 41’le aramızda 1000 numara vardı! Bu herif kim oluyordu da beni bir otobüs yazıhanesinde çalışan herhangi biriyle karıştırabiliyordu?

Gözüm ekranın sağ üst köşesine kaydı. Saat 8’i 20 geçiyordu. Yani işe geç kalmama sadece kırk dakika kalmıştı. Alarmımı kurmayı unuttuğum bir gecenin sabahında, beni bu saatte uyandıran 341 56 12’ye olan öfkem, yerini bir çeşit ilahi minnettarlığa bıraktı. Hemen yataktan fırladım, hazırlandım ve koşarak evden çıktım. Tam kendimi apartmandan da dışarı atıyordum ki, apartman girişinde, panoya asılı aidat listesinin önünde dikilmekte olan üst kat komşumla karşılaştım. Kadın bana bakıp gülümsedi:

“Merhaba,” dedi. “Ben 6 numara.”

Bunu bilmediğimi mi sanıyordu? Beni komşusunu yolda görse tanımayacak sıradan modern insanla mı karıştırıyordu?

“Merhaba,” dedim. “Biliyorum. Ben de 4 numara.” Başıyla onayladı kadın.

“Neredeyse yaz geldi, merkezi ısıtmaya verdiğimiz paraya bakın...”

“Öyle,” dedim. “Esasında en güzeli kombi sistemi. 2 numara da şikayetçi aidatlardan. Belki bir sonraki apartman toplantısında apartmanca karar alır, kombi sistemine geçeriz.”

“N’apacaksak kış gelmeden yapalım da...” dedi kadın. “Neyse, iyi günler.”

Ben acelemin ortasında kadını rencide etmemek için beklentili, çözüm önerili tirat atayım, kadın “tamam, sıktın,” dercesine kısa kessin! Üstelemedim, sertçe “iyi günler,” deyip ölçülü bir hınçla sokağa çıktım. 6 numara bu tavrımdan gerekli dersi almış olsa gerekti.

Halen borcunu ödemekte olduğum arabam – umduğum üzere – dün park ettiğim yerde duruyordu. Binip çalıştırdım ve çalışmakta olduğum çağrı merkezine doğru yola çıktım. Merkeze iki dakikalık yolum kalmıştı ki, telefonum çalmaya başladı. Numara tanıdık değildi, ve her gün işe on beş dakika erken gelen ben, geç kalmak üzereydim. Patron arıyor olabilirdi. Muhasebe arıyor olabilirdi. Her halükarda, başım dertte olabilirdi. Korka korka telefonu açtım.

“Alo?” dedim en kibar tonumla. Telefondaki ses:

“Alo?” dedi.

“Evet, alo! Ben de onu diyorum. Şimdi lütfen sadede gelirsen!” diye bağırdım hattın ucundaki erkek sesine. Ama içimden. Bunun dışa yansıması, “Buyrun?” şeklinde oldu.

“Kocaeli’ne doğrudan seferiniz var mı?” diye sordu adam.

Haydaaa!

“Kardeşim, ben yazıhane memuru değilim. Ben 215 28 41’im. Sen 38 41’i arayacaksın!”

Telefonu kapatır kapatmaz, az önce yanından geçtiğimi şimdi anımsadığım polis arabasının sirenini ve hoparlöründen yayılan “1741, sağa çek!” emrini duydum. 1741 bendim.

Mecbur, sağa çektim ve beklemeye koyuldum. Birazdan, dikiz aynasından, rahat tavırlarla yaklaşmakta olan trafik polisini gördüm. Tam da tahmin ettiğim gibi bir tipti: kendisine aşırı güvenli, devletten aldığı yetkiyle vatandaşı elinde oyuncak olarak gören umursamaz, lalettayin bir genç! Zaten doğru düzgün biri olsa, bana kısaca “1741” diye seslenme cüretinde bulunmaz, adam gibi “34 AG 1741” şeklinde hitap ederdi.

“Küçük dağları ben yarattım” polisi birkaç adım mesafeye kadar yaklaşınca, camı indirdim. Rahattım, çünkü herhangi bir kural ihlali yapmadığımdan emindim.

“Buyrun?” dedim.

“Ehliyet ve ruhsat rica edeceğim.”

“Buyrun,” dedim ve evraklarımı verdim.

“Söylememe gerek var mı, bilmiyorum. Seyir halinde cep telefonuyla konuşuyordunuz.”

Bunu tamamen unutmuştum!

“Ah, evet,” dedim.

“73 Lira ceza yazacağım.”

Tek istediğim bir an önce gazlamak ve çok geç olmadan merkeze varmaktı.

“Peki.”

Polis cezamı kesti ve bana verdi. Daha dikkatli olmam gerektiği telkininde bulundu ve beni uğurladı. Hiç hesapta yokken 73 Lira’mdan olmuştum. Kira, arabanın taksidi, aidat derken zaten ayın sonunu ucu ucuna getiriyordum! Belki rica etsem, avucuna üç beş bir şeyler sıkıştırsam cezadan yırtardım ama bu riskliydi ve zaman alırdı. Üç kuruş tasarruf edeceğim diye işe geç kalıp maaşımdan olmam işten değildi.

Bu düşüncelerle çağrı merkezinin önündeki otoparka kadar geldim. Her zamanki gibi otoparkçı karşıladı beni. Anahtarı üzerinde bırakarak arabadan inip otopark kulübesine doğru yürümeye başladım. Park etme işi, valeye aitti.

Kulübenin önüne vardığımda, otoparkçı beni hemen tanıdı:

“1741, değil mi?”

“Evet,” dedim.

Merkezde çalıştığım iki sene boyunca hep bir “otopark ücretsiz olacakmış,” muhabbeti döndüğü için, otoparka abone olmamıştım. Otopark ansızın ücretsiz olabilirdi ve ben o ayın parasını peşin ödemiş olabilirdim.

Otoparkçı bana, üstünde “373” yazan küçük, kare şeklinde bir kağıt verdi. Teşekkür ettiğim gibi, koşarak merkeze yollandım.

Ana kapıdan girdim, metal dedektöründen geçtim ve turnikeye doğru atıldım. Saat tam 9:00’dı. Turnikede kartımı okuttuktan bir saniye sonra saat 9:01 oldu. İşte, yine geç kalmamıştım! Disiplinimle gurur duysam da, bir daha böyle bir adrenalin yağmuru yaşamak istediğimden emin değildim.

Katıma çıktım. 100... 110... 111, 112... ve işte, 113. Masama geçtim, kulaklıklarımı taktım ve beklemeye koyuldum. Bir dakika geçmemişti ki, hattım çalmaya başladı.

“İyi günler, ben Cenk. Nasıl yardımcı olabilirim?”

Adım Cenk filan değildi tabii ki. Ve hattın diğer ucundaki müşteri, gerçek adımı asla öğrenemeyecekti. Bu, tüm çağrı merkezi çalışanlarına olduğu gibi bana da kışkırtıcı bir gizem duygusu tattırıyordu.

“Müşteri numaranızı rica edeceğim?”

Bir arama, on arama, elli arama derken, öğle tatiline girdik. Nedendir bilmem, iki yılda 112 ve 114’le çok yakın arkadaş olmuştuk. Her gün olduğu gibi o gün de yemeğe birlikte indik. Yemek dönüşü, 100’den 120’ye kadar olan tüm çalışanlar müdüriyete çağrıldık.

Müdür, hepimizin ne kadar değerli çalışanlar olduğuna, çalıştığımız süre boyunca firmaya ne büyük bir artı değer kattığımıza dair kısa ve dokunaklı bir konuşma yaptıktan sonra, asıl konuya girdi:

“Arkadaşlar, maalesef bir ekonomik krizdeyiz.”

Konu anlaşılmaya başlamıştı. Herkes bir kat daha büyük bir heyecanla, gittikçe daha yalvarır hale gelen gözlerle müdürün ağzının içine bakar olmuştu.

“Bu yüzden, küçülme kararı almış bulunuyoruz.”

Acaba hepimiz mi kovulmuştuk?

“Aranızdan, çift sayı olanlara maalesef teşekkür etmek zorundayız.” Ve saymaya başladı: “Yani 100, 102, 104...”

Rahatlamıştım.

“...110, 112, 113, 114, 116...”

113 mü? Ben çift sayı değildim ki!

“...ve 120 numaralı arkadaşlarımıza, firma adına, hizmetleri için çok teşekkür ediyorum.”

Ama ben çift sayı değilim! Tek sayıyım ben!

“Muhasebeye gidip istifa dilekçelerinizi imzalamanız gerekecek.”

Ben tek sayıydım ve çift sayılarla bir tutulurcasına işten çıkartılıyordum! Hayatım boyunca haksızlığa hep tahammülsüz olmuştum ve o an, bana yapılan bu büyük haksızlığı da karşılıksız bırakmamaya karar vermiştim.

Muhasebede, kıvılcımlar saçan bir hışımla imzaladım istifamı, ve finans müdürünün adeta yüzüne fırlattım. Yalnız kağıt, aerodinamik yapısı gereği tam ters istikamete yönelip usulca yere kondu. Eğilip aldım, finans müdürünün masasına koydum. Gözü bilgisayarının monitöründeydi, görmemişti hışmımı. Üstelemedim.

“Yolun açık olsun,” dedi finans müdürü. Herhangi bir hitap kelimesi kullanmadı, çünkü muhtemelen benim 113 olduğumun farkında bile değildi.

Muhasebe odasından çıktığımda, tüm beynime bu düşünce hakim olmuştu: hiçbir önemim, özelliğim; hiçbir ayrıcalığım yok muydu benim? Herkes miydim ben? Yani herhangi biri miydim? Hiçkimse miydim yani?

Otobüs yazıhanesi diye beni arayanlar için herhangi bir telefon numarasıydım. Polis için bir plakaydım. Müdüriyet için, herhangi bir çift sayıydım. Tek sayı olmama rağmen! Allah için, ben neydim? Peki ben Allah için neydim?

Eşyalarımı toplamak için masama döndüm. Yıkkındım. Herkes yıkkındı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çift sayı olanlar, toparlanıyordu.

N’apacaktım şimdi?

Çerçeveli aile fotoğrafımı sırt çantama attım.

Kira, araba borcu, aidat... Takvimi alsam mı? Yok, onların takvimine kalmadım ben.

N’apacaktım? Bir de trafik cezası çıkmıştı şimdi.

Sürpriz yumurtadan çıkan biblomu pantolonumun cebine sokuşturdum. Cebimde, elim bir kağıda denk geldi. Geçen hafta aldığım piyango biletiydi bu. Çıkartıp şöyle bir baktım, sonra cebime geri koydum. Çekiliş yapılmış olmalıydı ve kazanma ihtimalim 31 milyonda birdi. 31 milyonda 30 milyon 999 bin 999 gibi yüksek bir oran olan kaybetme ihtimalime rağmen, şu durumda bunu da kaybetmek çok koyardı. En iyisi eve gitmek, kendimi toparlamak ve evde kaybetmekti.

Nasıl oldu bilmiyorum, kendimi 113 numaralı masanın sandalyesinde, bilgisayarın başında buldum. Hatta Milli Piyango’nun sitesine girmiş, bilet numarasını yazmıştım bile: 6718314. “Sorgula” düğmesine tıkladım. Ve...

...büyük ikramiyeyi kazandım.

Mutluluktan ziyade, bir aydınlanmaydı ilk hissettiğim: herkes için bir numaraydım. Fakat kimse için 1 numara değildim ve kimse için bir numaram yoktu. Mutluluk, bu aydınlanmadan sonra geldi: piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmıştım! Demek ki Allah için özeldim. Demek ki Allah beni ben olarak tanıyordu ve tüm yaşadıklarımın üstüne, beni teselli etmek için, bana bu piyangoyu kazandırmıştı. Ben O’nun için herhangi biri değil, 6718314’tüm! Bu gerçek, büyük ikramiyeyi kazanmış olmaktan daha çok sevindiriyordu şimdi beni. Evet, yaradan için, herhangi bir numaradan fazlasıydım ben!

“Görüşürüz millet!” diye veda ettim topluca. Veda etmeden ayrılamazdım çünkü. “Parayı buldu, şımardı,” dedirtemezdim kendime. Doğruca otoparka koştum.

Otoparkçı, somurtkan:

“Kaçtınız siz?” diye sordu.

“1741,” dedim, yüz kaslarımı zorlayan tebessüme engel olamayarak.

“Yok, şey olarak kaçtınız?”

Anlamıştım, sabah verdiği kağıttaki numarayı soruyordu. Arka cebimden kağıdı çıkartıp baktım.

“373.”

Otoparkçı, valeye seslendi:

“373’ün arabasını getir!”

Çok geçmeden, arabam köşeden belirdi. Bu arabayı son görüşüm olsun istiyordum şimdi. Borcunu kapatıp bir an önce satacak ve altıma spor bir araba çekecektim.

Gerçi bu da, iyi kötü, şimdilik ayaklarımı yerden kesiyordu. Atladım, bastım gaza. Yüzümde güller açmıştı. Sabaha nispetle şimdi daha akıllı hissediyordum kendimi. Hatta daha zeki, daha yakışıklıydım artık.

Galiba yeniden doğuşlar da insanoğlu üzerinde ölümlere benzer bir etki yaratıyordu: önce ne olduğunu fark etmiyordun, sonra birden dank ediyordu her şey. Sefil veya vezir oluyordun sonra.

Kovulduğum için, iş çıkış saatinden önce çıkmıştım. Dolayısıyla yol bomboştu ve sağ ayağımı arabanın zeminine yapıştırmıştım.

Telefonum çalmaya başladı. Alıp açtım. Sesimdeki neşeye mani olamıyordum:

“Efendim?”

“Kardaş, Bursa otobüsüne bir bilet ayırtacaktım,” diyordu ses. Güldüm.

“Bilet kalmadı kardaş,” diye cevap verdim.

“Tek kişilik de mi yok?”

“Yok, tek kişilik de yok,” derken, karşımda bana yaklaşan bir çift farı idrak ettim. Odun yüklü kamyon bana selektör yapıyordu.

Refleksle sağa kırdım.

Neden sonra kendime geldiğimde, hala arabamdaydım. Etrafımda bir kalabalık, önümde bir ambulans... Takla atmış arabamın içinde, yolun ortasında ters durduğumu fark ettim. Tüm ağırlığım boynumun üstüne binmişti, fakat ağırlığımı hissetmiyordum. Aslında hiçbir şey hissetmiyordum. Fakat her şeyi duyuyor ve görüyordum.

“Bunu tanıyorum ben,” dedi, bakamadığım yerden gelen bir ses. Nedense mutlu oldum, fakat gülümseyemedim.

“1741 işte, sabah seyir halinde telefonla konuşmaktan ceza yazmıştım.”

Demek o polisti bu.

“Ölmüş galiba?”

“Ölmedim,” diyemedim.

Sonra telsizle birtakım numaralar birtakım koordinatlara çağrıldı. Sonra ben yine kendimden geçmişim.

Gözümü açtığımda bir hastane odasındaydım. Aslında galiba ben açmamıştım, kendiliğinden aralanmıştı gözlerim. Ben açmış olsaydım, yine ben kapatabilirdim herhalde. Kapının dışından bir haykırış duydum:

“226 nerede?”

Annemin sesiydi bu.

“Burası,” dedi meçhul bir ses. Annem, babam ve kardeşlerim daldı içeri. İlk evlattım ben. İlk evladın acısı da ilkliği nispetiyle büyük oluyordu. Bakıp göremesem de, sesini duymakta olduğum en küçük kardeşim canlandı gözümde: hep bir cep telefonu olsun isterdi. Ayağa kalkabilseydim de “al sana cep telefonunun kralı,” diyerek ona kendi telefonumu verebilseydim.

O gün çok ağlaşıldı. Ben katılamadım.

Sonra aylar boyunca hep ağlaşıldı. Ben hiçbirine katılamadım.

Sonra bir gün, yine başımda toplaşıldı. Doktor olduğunu tahmin ettiğim zat sordu:

“Emin misiniz?”

Annem ağlamaya başladı. Babam annemi kısaca teselli ettikten sonra:

“Eminiz,” dedi.

Hep beraber kalkıp gittiler. Birkaç saat sonra, doktor, yanında asistanlarıyla geri geldi.

“Hadi,” dedi.

Ne oldu bilmiyorum, nefesim kesildi. Ama hiç acı çekmedim. On dakika kadar sonra gözlerimi kapatıp yüzümü örttüler.

Doktor tekrar konuştu:

“226’nın ölüm saati, 14:30.”

Ertesi gün beni alıp yeşil bir cenaze arabasıyla bir mezarlığa götürdüler. Kuyum kazılmıştı bile. İçine bıraktılar beni. Tören telaşı tabii, bir sürü şey konuşuldu, hiçbiri aklımda kalmamış. Tek aklımda kalan, mezar taşları yerine dikilmiş yüzlerce isimsiz tahta kazıktı. İnsan bir kere ölmeyegörsün, sonsuz dayanıklı oluyor. Hüzünlenmedim bile.

Bir hafta sonra, tekrar ailemin sesini duydum uzaktan.

“Hangisiydi?” diye soruyordu annem, ağlayarak.

“576,” diyordu babam. Yanıma geldiler.

Yanlarında getirdikleri hoca, bir Fatiha okudu. 576’nın ruhuna.

Sonra, yıllar geçti. Ne olduysa, beni gerçek bir mezara naklettiler. Cebimdeki piyango biletini bulmuş olacaklar...

Konuşurlarken duydum: babamın bana hitap şeklini yazdırmışlar mezar taşıma: “1 Numara.”

Canım babacığım... Sert suretinin altında nasıl da duygusal bir adam var senin!

Ben bunları düşünürken, küçük kardeşimin telefonu çaldı.

“Alo,” dedi bizim üç numara ve benden öteye doğru yürümeye başladı. Uzaklaşırken hala duyabiliyordum onu: “Evet, Malatya’ya üç kişilik yerimiz var. Altı buçuk otobüsü...”

Helal be üç numara! Şu benim aidatı kapatıversen bir de...

- 29452365512, 01.05.2013, İstanbul.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Fıkra

Az önce öteberi almak için bakkala gittim. Alışverişimi yapmış çıkıyordum ki, bakkal Süleyman Abi, şemsiyemi alıp almadığımı sordu. "Anlamadım," diye cevap verdim. Kısaca açıkladı: birkaç gün önce geldiğimde şemsiyemi dükkanda unutmuşum. Dükkana Süleyman Abi yerine kardeşinin baktığı bir zaman diliminde gelip almadıysam, camekanlı buzdolabının arkasında duruyor olmalıymış şemsiyem. Baktım, hakikaten oradaydı. Aldım. Sırf bir şey söylemiş olmak için, "unuttuğumun farkında bile değildim," dedim. "Bu arada yağmur yağmış olsaydı mutlaka farkına varırdım." Güldü ve anlatmaya başladı:

"İki adam yağmurun altında yürüyorlarmış. Ama bunlar çok yakın, can dostlar ha! Birisinin şemsiyesi var, onu açmış. Diğeri de o şemsiyenin altına girmiş, ikisi birden yağmurdan korunuyor. Bir süre böyle yürüdükten sonra şemsiyenin sahibi demiş ki: 'Benim şemsiyem olmasaydı sen ıslanırdın yağmurun altında.'"

Süleyman Abi bu noktada durdu ve bana baktı. Toplasan iki saniye süren sessizlik bana öyle uzun geldi ki, fıkrayı anlamış gibi yapıp, biraz abartılı şekilde güldüm. Süleyman Abi bir saniye kadar daha baktı ve devam etti:

"Sonra biraz daha yürümüşler."

Fıkranın devam etmekte olduğunu fark edince kendimi kötü hissettim. Yüzümdeki sırıtmadan bir anda kurtulup "ben fıkranın şakası buradaydı sanmıştım," mesajını vermek yerine yüz kaslarımı tedricen nötr konuma getirme yoluna gittim. Böylece "ben orada gülmem gerektiğini sanmadım, şu an bana fıkra anlatıyor oluşunuz sempatik geldi; ona güldüm," demeye getirmeye çalıştım. Ama pek gelmedi sanırım.

"Yüz metre sonra, şemsiyeyi tutan adam tekrar demiş: 'Benim şemsiyem olmasaydı sen ıslanırdın yağmurun altında.' Diğer adam rahatsız olmaya başlamış. Hani, 'Adam başıma kakıyor, ama şemsiyenin altından çıkarsam da ıslanacağım.'"

Fıkranın sonunu merak etme kıvamına tam bu noktada geldim sanıyorum. Süleyman Abi anlatmaya devam etti:

"Bir yüz metre sonra, adam yine: 'Benim şemsiyem olmasaydı sen ıslanırdın yağmurun altında.' Diğer adam sonunda dayanamamış, afedersin '<burada küfür var> ama ha!' demiş, çıkmış şemsiyenin altından. 'Sen yürü, ben ıslanacağım!'"

Yine bir iki saniyelik bir sessizlik oldu. Fakat ben fıkranın başındaki yersiz gülüşümden ders almış olduğumdan, hala büyük bir ilgiyle Süleyman Abi'nin gözlerine bakıyor, başımı ibretle yukarı aşağı sallıyordum. Birkaç saniye daha geçti ve nihayet Süleyman Abi'nin ağzı tekrar hareket kazandı:

"Aynı o misal sen de, yağmur yağsa şemsiyeni unuttuğunu fark ederdin."

İşte o noktada kritik bir seçim yapmalıydım ve önümde iki seçenek vardı: ya hiç gülmeyip - hiç istemediğim halde - 'fıkranız hiç komik değildi' imasında bulunacak, ya da gecikmeli bir gülüşle 'anca dank etti, çünkü fıkra çok karmaşıktı ve ben biraz debilim' vurgusu yapacaktım. İkincisini tercih ettim. "Haaaaa!" dedim, "Aynı o misal!"

Onu diyordum. Bu yazı da, aynı Süleyman Abi'nin fıkrası misali...