15 Nisan 2014 Salı

Kafesler

Kafes içinde kafes içinde kafes. En dıştaki, bildiğin hücre. Ortadakinin parmaklıkları adamın içinden geçiyor. En içteki, adamın içinde.
Hepsinin uzaydaki konumu mutlak. Adam içindeki kafese razı olsa bile içinden geçen kafesi atlatamayacak. Onu aşacak olsa, en iyi ihtimalle hapiste. 
Zaten en ufak hareket etse, iç kanayacak. Az daha hareket etse dış kanayacak. Çok hareket edebilene kadar yaşamayacak.
Kaldı ki, en dış kafesin dışı da hiçlik. Ne varsa en iç kafesin içinde. Ama o da kafes içinde işte. Anahtarlar kimde? Anahtarla bile, tek çare cerrahi müdahale.
Ama cerrah dışarıda. Ve dışarıda hiçlik. Tam piçlik.
Ne zamandır burada? Zaman nedir burada? Ve herkes böyle mi yaşıyor? Adam bunu düşünüyor.
Yıllar geçiyor, günler geçiyor, hattâ saniyeler geçiyor. Beyninden düşünceler geçiyor, korkular geçiyor, cinnetler geçiyor; ama etinden parmaklıklar geçiyor. Beyin önce eti biliyor. Kaslar beyne riayet ediyor. Yani hiçbir şey yapmıyor.
Yıllardan bir yıl, veya saniyelerden bir saniye, bir şey oluyor. Öyle bir şey oluyor ki, hiçbir şey olmuyor.
Ve yine asırlar birbirini kovalıyor.
Belki birkaç salise sonra, birden, yine bir şey oluyor. Bu kez öyle bir şey oluyor ki, bir şey oluyor. Bir adam beliriyor yeşil kıyafetleriyle. Anahtarıyla dış kafesi açıyor. Hiçlik yok oluyor.
Hiçlik hiç var olmamış gibi şimdi. Her şey var. Geçmişten şimdiye kadar. Geleceğe dair ümit bile var. Sahi, üç kat hapsedilmiş o adam kimdi?
Cerrah şimdi ortadaki kafesin parmaklarını kesiyor kıl testeresiyle. Adamın beyninin ta ortası kaşınıyor sürtünme sesiyle. “Elin değmişken,” diyor, “kaşıyıversen şu beyni?” “Hay hay,” diyor cerrah. Dayıyor kelleye kıl testereyi.
Çok acıyor adam. Cerrah acımıyor. Sürtüyor testereyi ileri geri. Kaşıntı ilk hamleyle geçti halbuki. Ama bir şey diyemiyor gariban. Nasıl desin? Beyni kesildi.
Cerrah insaflı çıktı. Bilinçsiz hastasının beynini kaşıdı. Sonra kafayı toparladı. Orta kafesin parmaklıklarının sonuncusu kesilirken, adam uyandı. “İyi geldi ha,” diyor şimdi. Yine iyi dayandı.
Dış kafes açık, orta kafes kesik. Orta kafesin izdüşümü hâlâ adamın gövdesinde. Ama olsun, onun keyfi yerinde.
“Bir kafes daha var,” diyor adam, “göğüs nahiyemde. Beni ondan da kurtar.”
“Olmaz,” diyor cerrah. “Senin gibilerde kalbe yaklaştıkça risk de artar.”
En iç kafesten de kurtulması kaydıyla, cerraha çok şey vadediyor adam. Kafessizliğin kayıtsızlığıyla, çok şeyden kastını soruyor cerrah. Kafes nefesin zıt anlamlısı adama göre. Buna da mı gerekiyor izah?
“Aç şu kafesi. Dışarı çıktığımda sana hiçbir şey veremeyebilirim. Ama artık her şeyi verebilirim. Daha makbul değil mi?”
“Değil,” diyor cerrah. Adam anlamıyor. Anlamasın da zaten. Doktorlar saçmalar mütemadiyen.
“Hiçbir şey her şeydi saniyelerce. Şimdi her şeysiz kalsam senelerce, onunla aşık atamaz. Bu nasıl anlaşılamaz?”
Ve cerrah ikna oluyor. Her şey çok güzel şey çünkü. Tahsil edeceğinden değil, iyiliğinin dünyevi bedelini hesaplıyor. En iç kafesinden böylece kurtuluyor. O, adamı anlıyor aslında. Muhtemel ki adam onu anlamıyor.
Adamın göğsünü yarıp açıyor en iç kafesin kapısını. Şimdi ikisi de en iç kafessiz. Adam narkozda, bilinçsiz. Duruyor.
Şimdi göğsü kapatsa olmaz. Çünkü kafesin içinde artık ne varsa, dışarı çıkamaz. Göğsünü de açık bırakıyor. Yıllar geçiyor.
Adam her şeyden enfeksiyon kapıyor. Ve ölüyor.
Son kafesini açıyor, son nefesini veriyor.
Cerrahsa, kendi son kafesini açtığını sanıyor. Halbuki bir kafesi daha var.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Genç Şair Adam

Dertleşiyordu genç şair adam şiiriyle.
Öpüyordu her mısrayı şarap kadehiyle eşzamanlı.
Bahsediyordu her şeyden:
Hayatından,
Ailesinden,
Kendisinden,
Kend...
Nedense sinirleniyordu şiiri git gide.
Anlamıyordu adam;
Devam ediyordu.
Devam...
Dev...
Harf harf, hece hece, kelime kelime,
Dünya dünya...
Şiirinin öfkesine aldırmıyordu.
Ve seksti örselenmişliği!
Dayanamadı şiiri bu mısrada:
“Manyak mısın oğlum, seks ne alaka?
Hele ki bu noktada?”
Dikti gözünü genç şair adam, boş bakışlarla
Devam etti şiir, çıldırmışçasına:
“Tüküreyim senin kelime dağarcığına!
Sen hiç örselendin mi lan hayatında?”
Genç şair adam anladı: şiirinin reflü gerekçesi...
“Bak hala...” diye ünledi şiir.
“Bırak reflüyü, ülseri, lan, bi’ moda gir!
Hem ona ‘reflü gerekçesi’ değil,
‘Karın ağrısı’ denir.”
Anladı genç şair adam:
Şiirin derdi kafiyeydi.
“Çok yanlış anlamışsın anam,
Al, bu da kafiyeydi!
Kurdun diye iki devrik cümle,
Birkaç yersiz kelimeyle,
Hadi kafiyeyi de ekle,
‘Şiir yazdım’ sanman...
Odur bana dokunan.
Eşzamanına ettiğim,
Dünya dünya dürttüğüm,
Seksine tükürdüğüm,
Yarım sözlerine sözlüğüm
Yetmiyor a dangalak!”
Dedi şiir kabararak.
Son mısrayla kurtarmıştı
Şiir kafiye savını, fakat,
O ki kalsiyum sülfat...
Şiir çaktı bir aparkat:
“Lan senden şair olmaz,
Sen sayısal yaz, ganyan yaz.”

7 Ekim 2013 Pazartesi

Haşırt on the Rear Bumper

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden beş dakika kadar önce geçtim. Anadolu’dayım. Trafiğin hızında – ki saatte 120 kilometre civarı – ve önümdeki siyah Audi’yle emniyet mesafemi gani gani muhafaza ederek Maltepe’ye doğru ilerliyorum. Aniden, önümdeki trafiğin stopları yanıyor ve Audi’nin nihayeti hızla bana yaklaşmaya başlıyor. Mesafem var, frene abanıyorum. Peki hemen arkamdaki Mercedes’in durumdan haberi var mı? Aynaya bakıyorum, aramızdaki mesafe kısalmış olsa da aracın sürücüsü durumdan haberdar. Fren yapıyor o da. Fakat önümdeki Audi’nin mabadı şimdi daha hızlı yaklaşıyor: önümdeki trafik tamamen durdu. Freni köklüyorum, ABS’nin titreşimini hissediyorum; fakat Mercedes sürücüsünün reflekslerine güvenmediğimden, yavaşlamamı Audi’nin dibine sokulana kadar sürdürmeye, anca bir karış mesafe kala tamamen durmaya karar veriyorum. Öyle de yapıyorum. Bir an endişeyle aynaya bakıyorum: oh, Mercedes de durmak üzere. Sonra acı bir fren sesi... Bam! Arkadan çarptılar arkamdakine. Çeyrek saniye geçmeden bir “bam” daha. Koltuğumun başlığı öyle bir vuruyor ki başımın arkasına, gırtlağımı yutmuşa dönüyorum. Bir de galiba yanlış zamanda yanlış yerde bulunmakta olan dilimi ısırıyorum. Tamam, sakin. Arabanın arka yarısını asfalttan toplamak zorunda olmam dışında bir sorun yok. Tüm bunlar üç-dört saniye içinde gerçekleşiyor.

Sağa mı çekeyim, solda mı kalayım ikilemiyle birkaç kez verdiğim sinyalin yönünü değiştiriyorum. Neticede sola çekip beklemeye karar veriyorum. Arkamdaki Mercedes çarpma noktasında durmaya karar vermiş. Aramızda 15 metre bir mesafe var şimdi. İniyorum. Önce hasar tespiti: ilginç, arka tampondaki önemsiz birkaç küçük çizik dışında arabam sapasağlam. Dönüp siyah Mercedes’e bakıyorum. O da sağlam görünüyor. Yaklaşıyorum, yakından bakıyorum: ön tamponunun kromajlı parçaları kalkmış, tampon biraz çizilmiş. Ciddi bir şey yok. “Geçmiş olsun,” diyorum. “Sizde ciddi bir şey var mı,” diye soruyor beklentimin aksine gayet temiz yüzlü, nazik konuşan, 50 küsur yaşındaki adam. “Yok, birkaç küçük çizik,” diyorum. “Trafik aniden durdu, mecbur ani fren yaptım. Neyse, sizde de önemli bir şey yok.” Adam, “Yok da, arkadaşa çok yazık oldu,” diyor ve arkasını dönüp ona arkadan çarpan, tarumar olmuş beyaz Mercedes’i gösteriyor. Anam, ben dibine kadar gelip de nasıl görmedim bunu? Yeni alındığı besbelli, pahalı bir model olduğu daha da besbelli olan Mercedes’ten bir adam çıkıyor. Bayağı üzgün, biraz da şokta. “Vah yazık,” diyoruz siyah Mercedes’in sahibiyle birlikte. Ben Mercedes sahibi olabilecek refahta birinin arabası haşat oldu diye üzüldüğünü görünce şöyle bir garipsiyorum, sonra kendime kızıyorum. “Geçmiş olsun.”

Arkadaşmış bunlar. Belli ki iki araçlık bir konvoy olarak yol alıyorlarmış, şimdi tek araçlık bir konvoya indirgediler yolculuğu. Onlar sağa çekiyor, ben basıp gidiyorum, n’apacağım? 

Sonra Maltepe'deki işim bitiyor ve iki buçuk saatlik eve dönüş yolculuğum başlıyor. Mecidiyeköy’e kadar sağ salim geliyorum, Mecidiyeköy’de, Ali Sami Yen’in önünde yeşilin yanmasını beklerken “güp!” bir daha sarsılıyorum. Yine iniyorum, yine bakıyorum, yine arkamdaki arabayla yekvücut olmuşuz. Otuzlarındaki kadıncağız başını direksiyonun arkasına gizlemiş, mahçup mahçup bakıyor. Bıyıklı sevgilisi iniyor, “Hocam, kusura bakmayın,” diyor. “Var mı bir şey?” 
“Yok,” diyorum. “Ama bugün ikinci oldu bu.” 
“Geçmiş olsun. Senin de bugünkü şansın böyleymiş hocam,” diyor. 
“Eyvallah,” diyorum, biniyorum arabama. Yeşil de yanmış zaten. On dakikaya evdeyim.

Düşünüyorum: son bir ayda dördüncü kez trafikte-dikkatsiz-birileri-tarafından-çarpılma durumuna maruz kalmışım. Önce tüm vücuduyla doksan derece sola dönmüş vaziyette araba kullanan bir taksici sol ön lastiğime sertçe bindiriyor; sonra kadının biri arabasını aniden park ettiği yerden çıkartmaya karar verip ani fren yapmama yol açıyor ve arkadan gelen bana geçiriyor; sonra da bugün işte... 

Neyse, geldim mahalleye. Otoparkçıya teslim ediyorum arabamı. Yarına kadar sen sağ ben selamet.

Öndeki bana çarpan, arkadaki bana çarpana çarpan oluyor.
Çarpmanın şiddetiyle Sanrûfe Teyze'nin gündüzleri zinhar açık durmayan etekleri açıldı (ki öyle yağ gibi kayan bir mekanizması da yoktur sağolsun).

3 Ekim 2013 Perşembe

The Ring filminin gerçek hikayesi

"The Ring" (Halka) filminin gerçek hikayesini ve 59 saniyelik özetini anlatır çalışmamdır:


9 Ağustos 2013 Cuma

Reklamlar

Mutsuz, yalnız ve beş parasızdı Orhan. Üstüne giyebileceği birkaç paçavrası ve canı istediğinde çalışan asırlık bilgisayarı dışında hiçbir şeye sahip değildi. Kendisine ait kalacak bir yeri bile yoktu: fakülte arkadaşlarının öğrenci evinde bir sığıntı olarak yaşıyordu. Okulu da çoktan bırakmıştı zaten. Bitmeyecek okula harç ödemektense aç karnını kısmen de olsa doyurmayı tercih etmişti.

Ortaokuldan beri bir kız arkadaşı olmamıştı. Kız arkadaşa inanmıyordu Orhan. Daha doğrusu, böyle bir şeyin gerçekten var olmasını içten içe çok istiyordu ama buna yönelik somut ve bilimsel bir kanıt bulamıyordu bir türlü. Yine de bir güç vardı ve muhtemelen Orhan’ın içindeydi. Orhan, günde üç ilâ altı kez tüm benliğiyle hissediyordu bu gücü.

Hayatta zevk aldığı – veya hayattan zevk almadığını ona unutturan – tek şey internetti. Dışarı çıkmazdı Orhan. Öğleden sonra uyanır, öğrenci evinin doğası gereği sık sık yaşanan elektrik kesintileri haricinde daima açık olan bilgisayarının başına geçer, sabaha kadar o monitör karşısında yapacak bir şeyler yaratırdı. Mesela gününün üçte biri, Facebook listesine hasbelkader girmiş mutsuz kadınlarla “Seni o kadar iyi anlıyorum ki...” diye başlayıp “Cam var mı?” ile biten – çoğu zaman tek taraflı – sohbetler etmekle geçerdi. Diğer bir üçte birlik kısmını, bilumum sözlüğe zenginlik ve seks güzellemeleri yazmaya harcardı. Kalan zamanınıysa Facebook listesindeki kadınların fotoğraflarını beğenmeye, Youtube’da rastgele videolar seyretmeye, kimsenin bilmediği müzik gruplarını keşfetmeye, dizi izlemeye ve pornoya adamıştı. Bazen de duş alırdı.

O gün, Orhan’ın hayatında yaşadığı en sıradan gün olması açısından çok özel bir gündü. Kişisel klişelerinin tamamını yerine getirmiş, Facebook sohbet listesindeki son çevrimiçi güzel kadın tarafından da az önce engellenmişti. Arkadaşla dolu ekranına boş boş bakıyordu şimdi. Yapacak hiçbir şeyi olmamakla, saatlerini geçireceği bir internet sitesine kanca atmak arasındaki birkaç dakikalık boşluğu yaşıyordu. Birden, gözü bir Facebook reklamına takıldı: reklamda güzel ve mini etekli sarışın bir kadın bacak bacak üstüne atmış, objektife gülümsüyordu. Üstündeyse “Sibel seni arkadaş olarak ekledi,” yazıyordu. Acı acı gülümsedi Orhan. Sonra aklında bir fikir belirdi: herhangi bir sözlüğe “Facebook’taki kadın reklamlarından medet umanlar,” diye bir başlık açabilir; altına cinsel açları ve fakirleri aşağılayan bir yazı döşeyebilirdi. Gelen tepkiler onu en az üç saat oyalar, hatta bir ihtimal eğlendirirdi. Sözlüğü açıp başlık metnini girdi. Altına da uzun olmasını planladığı yazısının ilk cümlesini yazdı: “İnternetin fakirlere ve cinsel açlara yasaklanması gerektiğini bir kez daha kanıtlayan güruh.”

Şimdiden eğlenmeye başlamıştı Orhan. Yüzünde hınzır bir gülümseme belirmişti. İkinci cümlesini yazmak için klavyeye eğildi. Parmakları bir süre klavyenin üstünde, dokunmaya cesaret edemiyormuşçasına havada kaldı. Biraz sonra, hiçbir tuşa basamadan geri çekildi genç adam. İkinci cümleyi düşünmemişti ki? Oysa yazmadan önce düşünmeliydi. Öyle yaptı, birkaç saniye düşündü. Fakat aklına yazıyı vurucu kılacak, bolca tepki çekecek cevval bir fikir gelmedi. En iyisi, reklama tıklamak ve biraz malzeme toplamaktı.

Tekrar Facebook sekmesini açtı ve reklama tıkladı. Daha önce adını dahi duymadığı bir web sitesi, ona yarenlik eden on kadar alakasız pencereyle birlikte açıldı. Neyse ki bilgisayarının zaten ahı gitmiş vahı kalmıştı – virüstü, casus yazılımdı, iplemedi Orhan.

Sitenin yüklenmesi tamamlandığında, ekranın sağ alt köşesinde bir mesaj belirdi: “Hoş geldin,” diyordu Sibel. Orhan yine gülümsedi. Sırf öz-gıcıklığına, “Hoş bulduk,” yazdı metin kutusuna. Enter’a bastı. Siteyi çözümleyebilmek için birtakım linklere tıklamaya başlamıştı ki, Sibel’den “Nihayet!” diye bir mesaj geldi.

“Vay, gerçeksin demek?” yazdı Orhan. Maksadı yapay bir zekayla alay etmekti.
“Gerçeğim tabii. Altı ay oldu, ümitle bekledim cevabını. Nihayet geldin.”
“Madem gerçeksin, söyle bakalım, adım ne benim?”
“Orhan.”

Orhan bir an şaşırdı, sonra bu siteye Facebook aracılığıyla geldiğini hatırlayıp rahatladı: “Profilimde yazmayan bir şeylerden bahset o zaman.”

Orhan ilgilenmiyor görünmeye çalışsa da aslında gözü “Sibel is typing,” cümlesindeydi. O cümlenin yerini Sibel’e ait bir cümleye bıraktığını görmek istiyordu hemen. Nihayet cevap geldi: “Zavallının tekisin.”

“Hakaretin lüzumu yok.”

Orhan nedense bozulmuştu.

“Hakaret etmiyorum, gerçeği söylüyorum. Ben de zavallıyım. Bunda gocunacak bir şey yok,” dedi Sibel.

“Ben zavallıyım da, bir eskort sitesinde erkek müşteri avlayan sen çok mu iyi durumdasın?”
“Ben de onu diyorum ya işte. Ben de zavallıyım. Belki ben daha zavallıyım.”
“Ben en azından kaltak değilim!”
“Ben kaltak değilim! Ben gerçekten sana ulaşmak için bu siteye üye oldum.”

Orhan’ın yüzü değişti: “Nasıl yani?”
Sibel cevap verdi: “Yahu reklamda görünmesi benim tutkularımı geçersiz mi kılar?”
“Ne tutkusu be...”
“Hayata tutunmaya çalışan bir zavallıya, benim gibi olana olan tutku. Bir öğrenci evinde kurulan şövalyelik hayallerine, pornodan gayrı tutulan aşk özlemine olan tutku. Yokluğun verdiği kıymetbilirliğe; sana olan tutku. Benim tutkum, Orhan.”

Orhan’ın elleri titriyordu.

“Benimle kafa bulabilirsin, beni kandırabilirsin. Bu çok kolay bir şey. Sonra bana gülüp ‘nasıl yedi ama,’ deme. Diyemezsiniz de zaten.”
“‘Biz’ kimiz be? Asıl sen benimle kafa bulma,” dedi Sibel. “Ama bir defaya mahsus değil, hayat boyu kafa bulma benimle. Bana hiç yalan söyleme.”

Orhan’ın topografyası da psikolojisiyle birlikte değişmişti. “Neredesin?” diye sordu Sibel’e. Sibel adres verdi. Orhan ev arkadaşlarının deodorantlarıyla duş aldı, parfümleriyle kurulandı. Hemen bir taksi çağırdı (bu kısmı hatırlamıyordu bile) ve Sibel’e gitti.

Adrese vardığında gördü ki, Sibel gerçekten Sibel’di. Çok güzeldi. Gerçi dünyanın bazı coğrafyalarında testosteronun bu seviyesi tavuğu dahi çok güzel olarak lanse edebiliyordu bünyeye, ama burası o coğrafyalardan biri değildi. Burada eşekten berisi çirkin addedilirdi. Oysa Sibel, Orhan’ın rüyasında görebileceği en güzel kadından daha güzel sayılmazdı, fakat yine de hayal edebileceğinden çok daha güzeldi. Bacakları filan vardı Sibel’in.

Sabaha kadar sohbet ettiler. Bir ay sonra evlendiler.

Artık Sibel’in evinde yaşıyordu Orhan. İç güveysinden hallice, fakat gayet güzelce, genişçe... Kendisi hala para kazanmıyor olsa da karısı eve hiç olmazsa ekmek getirebiliyordu. Bir şekilde mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı.

Şimdi Facebook’ta kimseyle sohbet etmesi gerekmiyordu Orhan’ın. Porno sitelere de hayli yabancı olmuştu. Ama bilgisayardan vazgeçmiş değildi. Bilgisayar oyunlarına sarmıştı bu aralar. Hatta az önce bir oyun satın almış, aktivasyon kodu için e-mail’ini kontrol ediyordu.

Gözü bir e-mail’e takıldı. Başlıkta, “Tebrikler, 10 milyon Dolar kazandınız,” yazıyordu. Dalga geçiyor kisvesi altında, normalde asla sahip olamayacaklarına sahip olmanın rahatlığıyla ama çok içerilerde devasa bir umutla, tıklayıverdi Orhan. On dakika sonra, zengin olmuştu.

Sonraki haftalarda Bill Gates’in servetini dağıtmasıyla zenginliğine zenginlik kattı. “Akmasa da damlasın,” düsturuyla tıkladığı “Şeker otomatı kurun, ayda 4000 Lira kazanın,” linkiyle hayatını garantiye aldı. “Hangisi Amerika’nın başkentidir,” sorusuna verdiği “New York” cevabıyla da Yeşil Kart kazandı.

Şimdi tek dileği, Sibel’in rızası olmadan gideceği Amerika’da mutlu olmaktı. Facebook’ta dolanan, “Dileğinizin gerçekleşmesi için bu iletiyi tüm arkadaş listenize gönderin, yoksa öleceksiniz,” mesajını tüm arkadaşlarına forward ederek bu sorunun da üstesinden geldi. Ardında gözü yaşlı bir Sibel bırakarak Amerika’ya gitti Orhan.

Amerika’da ilk birkaç ay çok mutlu oldu hakikaten. Bir kızla tanıştı, Sibel’den bile güzeldi. Adı Amy’ydi. Çok iyi anlaştılar, daha bile iyi seviştiler. Orhan hayatının hayatını yaşıyordu.

Birkaç ay böyle sürdü. Sonra ortaya çıktı ki Amy uyuşturucu müptelasıydı. “Neden ben!” diye sordu isyankar Orhan. “Nedeni sen olman,” dedi tiryaki Amy. Orhan pek zeki sayılmazdı, ama mesajı almıştı. Amy’nin suyuna gitti, hatta ona yardım ve yataklık etti. Tüm parasını Amy’ye uyuşturucu alarak ve onu hapisten kurtararak harcadı.

Amy’nin son tutuklanışında, artık ne onu, ne de kendisini kurtaracak parası kalmıştı Orhan’ın. Sınırdışı edildi, Türkiye’ye döndü. Sonra memleketine, Sibel’e geldi. Doğduğu yer değil, doyduğu yerdi ya... Meğer öyle değildi, Sibel onu küfür ve şiddetle kovdu.

Orhan mecbur, her şeyin başladığı öğrenci evinin kapısını çaldı. Tek gerçek arkadaşı Davut açtı kapıyı. Birkaç saniye bakıştılar. Davut içeri koştu, elinde bir bıçakla geri döndü. Gerindi, Orhan’ın karnına nişan alıp ver etti bıçağı. Neyse ki Emre Davut’un kolunu son anda tuttu. “S.ktir git Orhan! S.ktir git!” diye bağırıyordu Emre. Orhan donakalmıştı. Belki hayatında birçok hata yapmıştı ama, ne Davut’a, ne de Emre’ye bir yamuğu olmamıştı neticede.

“Lan git!” diye bağırıyordu Emre. Davut’unsa çenesi kilitlenmiş, gözleri faltaşı gibi açık, Emre’nin müdahalesine rağmen bıçak savuruyordu Orhan’a. Nihayet konuştu Davut:
“Sen kimsin lan benim Sibel’ime saldıracak!” Bağırmıyordu, seni hırıltılı, boğuktu.

Fakat Emre bağırdı:
“Lan defol, yemin ederim ben öldürürüm seni!”
İçeriden Sibel’in ağlayışı duyuluyordu.

Orhan’ın aklına henüz kaçmak gelmemişti. “Ama ben çok şanslıydım,” dedi Orhan. Çok şaşkındı.

Bunu duyan Davut, deli kuvvetiyle Emre’yi ezip, Orhan’ı delip geçti. Orhan şimdi daha da şaşkın, Davut’un gözlerine bakıyordu.

Şimdi Emre de şaşkındı. Bağırıyordu: “Öldürdün lan! Öldürdün zavallıyı!”

Sibel geldi. Gözleri ıslaktı, fakat müthiş metindi. “Zavallı değil o,” dedi. “Gebersin köpek!”

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Oğlum

Oğlum,

Madem doğdun, hadi kalk yürü!
Olmadı bari dizlerini sürü.
Bil ki koş diye yaptık seni.
Ne kadar kısa tutsan emeklemeyi,
O kadar iyi.
Sonra konuş, “baba” de.
Ama sakın isim verme!
N’olur n’olmaz...
Yaşlı kalbim kaldırmaz.
Kurtulunca memeden,
Açtım toktum demeden,
Balından peteğinden,
Dalından çiçeğinden,
Her türlü nasiplen.
Vakti geldiğinde,
Yazdıracağız bir mektebe.
İyisinden, mümkün mertebe...
Sonraki on iki sene,
Biz veliyiz, sen talebe.
Birkaç seneye fark edeceksin,
Kız değilsin sen, bir erkeksin.
Gün gelecek dövüşeceksin,
Gün gelecek, anlarsın ya,
Sapına kadar sevişeceksin.
Ha, bu arada bacına
Allah korusun, yan bakan olursa,
Kim yarattı, gözetmeden,
Ölümüne girişeceksin.
Hakkını aramayı bil,
Tabii her zaman da değil.
Dişinin geçtiğini sindir ama,
Güçlünün karşısında eğil.
Sonra gir bir üniversiteye.
Ama hak arayacağım diye,
Siyasi olaylara bulaşma.
İlla bulaşacaksan da,
İktidardakinden şaşma.
İdeoloji dediğin kırkına kadar,
Ondan sonrası palavra.
Ayağa kalk Sakarya!
Sen de Levent Kırca,
Ben diyeyim Akbaba...
Böyle yazdım bu mektubu.
N’apsaydım, hepimizin umudu sensin la bebe!
Eh, şimdi top sende.
Her türlü aban.

Baban.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Türk Filmi - Tamirci Çırağı

On dokuzuna bugün basmıştı Hakan. Fakat çıraklık yapmakta olduğu oto tamirhanesinde bu yıldönümü şimdilik pek bir nümayişe sebep olmuş değildi. O dönem Facebook filan yoktu tabii, kim nereden bilsindi Hakan’ın doğum gününü?

Hakan fakir bir ailenin en büyük oğluydu. Babası, o on iki yaşındayken ebediyete intikal etmişti. O günden beri garip, hasta anacığına Hakan bakıyor; dört kardeşini üç kuruşa çıraklık yaparak o büyütüyordu. Bu sırada sabahlara kadar ders çalışmayı, üniversite imtihanlarına hazırlanmayı da ihmal etmiyordu. Bir elinde distribütör kapağı, bir elinde İnkılap Tarihi, çalışıyordu da çalışıyordu. Yedi yıldır böyle devam ediyordu hayatı. Vakitsizlikten ne bir sinema görmüştü bunca yıl, ne de bir kız arkadaşı olmuştu. Bunları düşünüp içinden küfrederken, tamirhaneye bir araba geldi. Gıcır gıcır, kıpkırmızı, son model bir Renault 12’ydi bu. Sürücü kapısı açıldı, içinden bir tanrıça indi.

Hakan kendisini bildi bileli ilk kez bir kadın karşısında böyle ensesinden içeri buz atılmışa döndü. Allah’ım, bu ne güzellikti! Sapsarı saçları, küçücük burnu, derin göğüs dekoltesi ve bir mini etekle altı çizilmiş muazzam vücuduyla bu kadın, şimdiye dek resmini dergilerden kesip hayranlıkla izlemekle kalmadığı kadınlardan bile daha güzeldi. Hatta tüm o kadın resimlerini bir bütün haline getirse Hakan, bu kadın etmezdi. Ki, bir şekilde o resimleri bir bütün haline getirmişti zaten, fakat bu ulvî dakikada bu gerçeği ve yöntemini aklına getirmek istemedi. Ağzı açık, kadını izlemekteydi. Zaman durmuştu sanki. Kadın yaklaştı, yaklaştı... İyice dibine sokuldu:

“Sen aradığım erkeksin. Al beni!” dedi Hakan’a.
“Affedersiniz?”
“Yahu vaktim dar dedikçe herkes üstüme üstüme geliyor. ‘Şunun yağına bir bak,’ dedim!”

Hakan derhal kendisine geldi. Kaputu açıp motor yağına baktı, eksilmişti. Eksiği tamamladı ve kaputu kapattı.

“Tamam mı?” dedi kadın.
“Tamam.”
“Ne kadar?”

Hakan bir şey diyemedi. Hayatının aşkını bulmuştu, bir de para mı isteyecekti? Bunları düşünürken kadının eline tutuşturduğu parayı fark etmedi bile.

“Al, elli Lira.”

Hakan elindeki paraya baktı. Gülümsedi. Bugünlük nevalesini şimdiden doğrultmuştu. Üstüne bir de hayatının aşkını bulmuştu! O sevinçle, “Bugün benim doğum günüm,” deyiverdi ve bu söylediğine kendisi de şaşırdı. Kadının gülümseyen mavi gözlerinde kaybolmuştu.

“Kutlu olsun,” dedi kadın.
“Eee?” dedi Hakan.
“Ne ‘eee’si? Daha para mı istiyorsun? Allah gözünü doyursun!”

Para mı? Para neydi ki şu an hissettiklerinin yanında? Aşka düşmüş, yanıyordu; gözü para mı görürdü şimdi? Ayrıca tam bir günde alacağı bahşişi öğlenin 11’inde almıştı zaten. Gücendi Hakan. Dünyadaki her şeyin para olduğuna inanmış bu şımarık güzel kıza hak ettiği cevabı sağlamından bir laf sokarak vermek istedi:

“Dünyada her şey para mı sizin için?”
“Değil.”

Buna bir cevap hazırlamamıştı Hakan:

“Bence de değil. Yani, daha önemli şeyler var tabii sonuçta.”
“Tabii var. Yalnız, benim de bayağı acelem var. Gitmem lazım.”
“Adını bahşetsen?”
“Gülin. İyi günler.”

Gülin arabasına yöneldi.

“Dur!” diye seslendi Hakan. “Senden çok hoşlandım. Çok güzelsin.”
“Allah razı olsun.”
“Akşam boş musun?”

Hakan bunu söylerken sağ gözünü kırpmıştı.

“Öööf! Hadi, eyvallah!”

Hakan bu cevaba hayli bozuldu:

“Sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına dökülen akla biter!”
“Burada bir kara sevda başlamadan biter. Baaay!”

Gülin taktı geri vitese, o fade-out’lu türko-sinematografik Renault 12 sesiyle bastığı gibi gitti. Hakan tüm fakirliğiyle kalakalmıştı.

Kim bilir kime gitmişti Gülin. Hakan düşündü: fekaret böyle bir şeydi işte. Her şeyi doğru yapsan da her şeyi yanlış yapan zenginin yanında bile bir hiçtin. Ayrıca “fekaret” diye bir sözcük gerçekten var mıydı? Bakirlik bekaret ise fakirlik de fekaret idi gerçi. Öyle olmalıydı. Yoksa da vardı artık bu kelime. Genç Hakan buna kanaat getirmişti. O an karar verdi: üniversiteyi kazanmalı, saygın bir meslek edinmeli ve çok zengin olmalıydı.

Dört ay sonra üniversite sınavına girdi Hakan. Sonuçlar açıklandığında, kazanmışlığın yakınına bile uğrayamadığını, aldığı pespaye puanla barajı dahi aşamadığını öğrendi. Neyse ki geçen dört ayda, bir üniversitenin verebileceğinden çok daha faideli bilgiler edinmişti. Mesela, motor yağı değişimi için altmış, fren balatası için yüz elli Lira; artık mahir hale gelmiş bir tamirci olarak rektifiye için üç bin Lira isteyebilir ve bunu patronuna bildirmeyebilirdi. Ayrıca yan sanayi parçaları orijinal diye kakalamak, hatta “değiştirdim” deyip aslında değiştirmediği parçalar için yüzlerce Lira talep etmek gibi geniş bir hareket alanı vardı.

Hakan, böyle böyle kenara üç beş kuruş koymaya başladı. Yevmiyeye olan bağımlılığı azaldıkça daha özgüvenli, daha cesur, işinde daha başarılı hale geliyordu. Üstelik, tamirhaneye de daha çok kazandırır olmuştu. Birkaç ay sonra, atölye sahibi, onu ustabaşı yaptı.

Ustabaşı olunca Hakan, kenara daha çok para koyma fırsatını buldu. Bir yıl geçmeden işten ayrıldı ve biriktirdiği sermayeyle kendi tamirhanesini kurdu. İki yıl sonra yetkili servislik aldı. Üçüncü yıl dolduğunda, nihayet, otomotiv yan sanayiinin önde gelen iş adamlarından biri haline gelmişti.

Tüm bu süreçte Gülin’in de kim olduğunu öğrenmiş, onu yakından takip eder olmuştu. Gülin, büyük bir holding sahibinin – gerçekten de şımarık – tek kızıydı. Fakat bir önceki yıldan itibaren, babasının sahibi olduğu holding büyük zarar etmeye başlamış, Hatta iflasın eşiğine gelmişti. Gazetelere bakılırsa, babası her şeyini kaybeden Gülin, şu sıralar berbat halde olmalıydı.

Oysa Hakan artık çok zengindi. Her zengin gibi şimdi o da sapkın partilere katılıyor, alkol ve uyuşturucunun dibine vuruyordu. Seda’yla da bu partilerden birinde tanışmıştı.

Seda naif bir kızdı. Hakan’a ihtiyacı olan her şeyi veriyodu. Sevgi, ilgi, sadakat, cinsellik, oedipus... Fakat Hakan’ın gözü hala Gülin’den başkasını görmüyordu. Gülin’le bir kez daha karşılaşmak ve bu kez vuslata ermek için yanıp tutuşuyordu. Ve bu durumdan Seda da haberdardı. Çok üzülüyor, fakat sesini çıkartmıyordu. Hakan’ın, değerini gerçekten takdir edeceği günü bekliyordu.

Bir sonbahar günüydü. Hakan, işçilerini teftiş etmek için yönetim katından atölyeye inmiş, kaputu açık, tekerleksiz otomobillerin arasında ağır ağır dolaşıyordu. Birden, içeri bir Renault 12 girdi. Kırmızıydı. Hakan’ın Renault 12’ye duyarlı dikkati derhal oraya yöneldi. Yıllar önceki gibi gıcır gıcır değildi ama, o arabaydı bu. Bir kez daha açıldı kapısı. Ve içinden bir kez daha Gülin indi. Bir kez daha çok güzeldi. Hala Gülin idi.

Hakan farkında bile olmadan Gülin’in bir adım önüne kadar yaklaşmıştı. Büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Bir süre bakıştıktan sonra Gülin:

“Siz...” dedi.
“Evet, ben. Dört yıl önce fakir olduğu için reddettiğin çırak parçası!” dedi Hakan. Neyse ki içinden demişti bunu. Dışından, “Evet...” diyebildi.
“Osunuz, değil mi?”
“Hm hm...”
“Çok güldük o gece. Kusura bakmadınız inşallah?”

Hakan anlamamıştı:

“Güldünüz mü? Neye?”
“Restoranda düştünüz ya... Off, aklıma geldikçe gülüyorum. Bir de kalkarken masayı devirmeniz...”

Hakan hatırladı. Lan hadi Seda’ya ağır rezil olmuştu o gün de, Gülin de mi oradaydı?

“Ben de kendime çok güldüm sonra,” diyerek usta bir manevrayla geçiştirdi Hakan. Gülin’in kendisini bu şekilde hatırlıyor olması fenaydı.

“Neyse. Direksiyon biraz sağa çekiyor. Onu göstermeye geldim,” dedi Gülin.
“Tamam, çocuklara söylerim, bakarlar şimdi.”
“Yalnız acelesi var. Arabayı satışa çıkarttım da, eksiğini gediğini halledip öyle vereyim istiyorum.”

Demek Gülin hakikaten zor durumdaydı. Demek babası iflas bayrağını çekmişti. Demek artık gerçek bir şansı vardı Hakan’ın.

“Hayır Gülin,” dedi Hakan. “Bu arabayı satmayacaksın.”

Gülin şaşkındı:

“Birincisi, adımı nereden biliyorsunuz? İkincisi, arabamı niye satmayacakmışım?”

Hakan gülümsedi:

“Birincisi, yıllar önce benim çırak olarak çalıştığım tamirhaneye gelmiştin. Sana o saniye aşık olmuş, adını sormuştum. Sen de söylemiştin.”
“İlginç.”
“Fakat sonra, görüşme teklifimi geri çevirmiştin. Bir çırak parçası olduğum için konuşmaya bile layık bulmamıştın beni. Hatırladın mı?”
“Evet, şimdi hatırladım.”
“Hoş, seni suçlamıyorum: tabii bana bakmayacaktın, tabii hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna beni bırakıp gidecektin. Tabii, kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme dönecektin!”
“Dinliyorum?”
“Gelelim ikinci soruna... Bu arabayı satmayacaksın Gülin. Çünkü artık ben çok zenginim. Baban iflas etmiş olsa bile sana aynı gamsız saadeti yaşatmaya ben devam edeceğim.”
“Ciddi misin?”
“Çok ciddiyim hem de.”

Hakan tekrar gülümsedi. Kollarını açıp Gülin’le arasındaki bir adımlık mesafeyi kat etti. Tam ona sarılacaktı ki, Gülin onu itti:

“Bir dakika.”
“Evet?”
“Şimdi, beyefendi...”
“Hakan.”
“Şimdi, Hakan, öncelikle ben nişanlıyım.”

Hakan yıkılmıştı:

“Hayır!”
“Evet.”
“O zengin piçi sana ne vaadediyorsa, on katını, milyon katını ayaklarına sererim Gülin!”
“Zengin filan değil. Babamın çaycısı.”
“Çaycı mı? O kadar mı düştün?! Hayır, Gülin! Seni bu korkunç mukadderattan kurtaracağım. Güven bana. Babanın artık beş parasız oluşu seni böyle sefil bir geleceğe mahkum etmeyecek!”
“Hah, ben de o konuya değinecektim. Babam iflas etmiş filan değil. Şirket kurtuldu, hatta şu sıralar genişliyor çok şükür.”
“Nasıl yahu? O zaman niye bir çaycı parçasıyla nişanlanıyorsun?”
“Düzgün konuş. Aşığım ben Suphi’ye. İki ay sonra da evleniyoruz.”
“Hayda...”
“Ne hayda?”
“E madem çaycıyla bile evlenebiliyordun, o zaman dört sene evvel beni niye reddettin Gülin?”
“Çünkü... Kişisel alma sakın ama... İnanılmaz iticisin, Hakan.”
“Ve?”
“Lütfen yanlış anlama, bir de karakterin beş para etmez.”

Hakan bir süre hiçbir şey söyleyemeden Gülin’e baktı. Başı, hissiyatını dışavuracak tek kelimeyi arar gibi hafif hareketlerle sağa sola gidip geliyordu. Titrek bir sesle:

“Demek öyle,” dedi.
“Aynen öyle, Hakan.”
“Ben de bunca yıl suçu kendimde, fakirliğimde aramıştım. Şimdiyse... O kadar mesudum ki... Gülin, bana bir konuda söz vermeni istiyorum.”
“Nedir?”
“Mutlu olacaksınız.”
“Sana niye söz veriyorum yahu? Allah Allah! Manyak mıdır nedir!”

Gülin hışımla arkasını dönüp arabasına atladı. Motoru çalıştırdı ve gitti. Hakan hüzünlü fakat mütebessimdi.

“Mesut ol Gülin’im,” dedi titrek dudaklarının arasından. İçi huzur dolmuştu. Demek Gülin, Hakan’ın fakirliğini hiçbir zaman sorun etmemişti. Fakir olduğu için sevgisini ondan esirgemiş değildi. Hayatının uktesinin üstü böyle tatlı bir kapakla örtülmüştü artık. Artık yarınlara, kendi geleceğine bakabilir; payeyi, kıymetini gerçekten bilenlere verebilirdi. Birden aklına geldi: Seda... O güzel, o masum, o cefakar kız... Odasına çıktığı gibi ceketini giydi ve hususi otomobiline atlayıp eve doğru yola çıktı. Yıllar sonra ilk kez gerçekten gülümsüyordu.

“Kim o?”
“Benim aşkım!”

Seda kapıyı hayret ve mutluluk dolu gözlerle açtı. Hakan’ın uzattığı koca bir buket çiçeği görünce şaşkın sevinci bir kat daha arttı.

“Hakan!”

Sarıldılar.

“Seda’m... Seni çok seviyorum!”
“Ben de seni Hakan! Ben de seni... Çok, ama çok seviyorum!”
“Benimle evlenir misin?”

Seda mutluluk sarhoşu olmuştu. Çığlıkla karışık:

“Evet aşkım, evet!”

Bir kez daha sarıldılar, uzun uzun öpüştüler. Bir an oldu ki, Seda Hakan’daki bu ani değişimdeki tuhaflığın, Hakan’sa bu duygu selindeki manasızlığının farkına vardı. Öpüşmelerini usulca, fakat hiç bozuntuya vermeden noktalayıp; karınlar bitişik, göğüsler arası mesafe yirmi santimetre olacak ve göz teması sürdürülecek şekilde birbirlerinden uzaklaştılar. Tebessümler bakiydi, fakat kız tarafında şüpheci, erkek tarafında hafif bezgin olacak şekilde yeniden düzenlenmişti.

“Bu güzel sürpriz nereden çıktı, aşkım?” dedi Seda.
“Beni niye seviyorsun, Seda?”
“Hmm...”

Seda biraz düşündü. Soru zaman aşımına uğrayacakken Hakan devam etti:

“Beni ben olduğum için seviyorsun değil mi? Yakışıklı olduğum için değil, zengin olduğum için değil, ben olduğum için.”
“Aşkım... Yakışıklı filan değilsin ki, nasıl böyle bir şeyi düşünebilirsin?”

Hakan bayağı bozuldu, fakat renk vermedi:

“Ama zenginim?”
“Evet, zenginsin. Sen zenginsin ve ben seni sen olduğun için seviyorum.”
“Yani?”
“Ben seni her özelliğin için seviyorum Hakan. Bu özelliklerden birine sahip olmasan sen olmazdın ki? Mesela dürüstlüğün, mesela şefkatin, mesela zenginliğin...”

Hakan’ın mutluluktan gözleri yaşardı yaşaracaktı. Bir kez daha ve bu kez daha sıkı sarıldı Seda’ya. Ne para, ne pul, ne de para pulla gelecek aşk gerçek mutluluğu getirebilirdi. Gerçek mutluluk işte buydu. Onu seven, onun her zaman arkasında olacak bir dost, bir sevgiliydi gerçek mutluluk.

Geçen dört yılı düşündü Hakan. Aşkı için zengin olmak zorunda kalmıştı ve o da hiçbir işe yaramamıştı. Meğer saadet hep yanıbaşındaydı. O halde ne gerek vardı tüm bu çabaya, çalıp çırpmaya, hak yemeye? “Hemen şimdi gidip atölyeye kilit vuracağım,” dedi içinden. “Başkaları için daha fazla mutsuzluk yaratmadan bu işe bir son vereceğim.” Bir süre huzurla gülümsedikten sonra birden, “Yok lan,” dedi. “Şahane ciro getiriyor dükkan. Kapatmak olmaz. Böyle iyi.”

Seda’ya sarılıyordu hala.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Neil Armstrong kimdir?

5 Ağustos 1930’da dünyaya geldi. 16 Mart 1966’da uzaya gitti. 17 Mart 1966’da Dünya’ya geldi. 20 Temmuz 1969’da Ay’a gitti. 24 Temmuz 1969’da Dünya’ya geldi. 25 Ağustos 2012’de dünyadan gitti.

5 Temmuz 2013 Cuma

Aşırı Konformist Yasaiçi Örgüt

1 + 1 = ;)

18 yaşımdan beri öyle veya böyle medyada çalışıyorum. Gözümü medyada açtım desem yeridir. Eh, bizim sektörü de az çok bilirsiniz: alkol, uyuşturucu, seks, türlü sapkınlıklar... Tatmadığımız dünyevi zevk kalmamıştır. “Geğirene aferin, osurana bravo deriz,” diyeyim, siz anlayın.

Neyse, geçen gün medya sektörü olarak bir kafede buluştuk (Cihangir). Eh, bir noktada konu kaçınılmaz olarak eski günlere geldi. Pendik’teki 1+1 dairelerimizde yaşadığımız o unutulmaz geceleri, 1+1’e sığdırdığımız nice 8+8’leri kahkahalarla yad ediyorduk ki, set asistanı bir arkadaşımız “Pendik’te 1+1 dairelere yasak gelmiş,” dedi. İşte o an kahkahalarımız donuverdi yüzlerimizde. Başımızı öne eğip sustuk ve viskilerimizden birer yudum daha aldık. Demek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Değerli kağıt

Ertesi gün, yeni ehliyetler için istenen 101 Liralık değerli kağıt bedeli 15 Lira’ya indirildi de sevincimizden Pendik hatıralarımızın yok oluşunu biraz olsun unuttuk.

Halbuki arkadaş, ne seviniyorsun? Paradan daha değerli kağıt var mı? Bugün o beğenmediğin 15 Lira’yı satın almaya kalksan, 15 Lira’dan aşağı alamazsın. Sıfırı da değil ha, bilmem kaçıncı eli (zaten benim bu hayattan anladığım, sıfır paranın makbul bir şey olmadığıdır.) Kaldı ki, hadi verdim 15 Lira’yı, aldım ehliyeti. Yarın öbür gün sıkılıp desem, “Araba, debriyaj filan, bunlar bana göre şeyler değilmiş. 15 Lira 15 Lira’dır. Ben şu ehliyeti bir okutayım.” Kim alır! Beş para etmeyen değerli kağıt mı olurmuş? (Manevi değer kast ediliyorsa o ayrı tabii, saygı duyarım.) Ayrıca ehliyet kağıt bile değil, plastik. Nereden tutsan elinde kalıyor!

Hatırlayınız, benzer bir eşeği kaybettirip tekrar buldurma marifetiyle sevindirme süreci HGS’nin lansmanında da yaşanmıştı. Hani şu hızlı geçmenin yasak olduğu Hızlı Geçiş Sistemi’ni kast ediyorum (Acil değil ama çabuk çabuk geçiş sistemi?). N’oldu? İşe yaradı, razı olduk. Ha, şimdi gişeden her geçişimizde süpermarketten hiçbir şey almadan çıkarken büründüğümüz “dikkat ettiyseniz hiçbir şey çalmadığım için ne kadar rahatım ve hareketlerim de bir o kadar yavaş, çünkü kaçmıyorum,” pozunu takınıyoruz, o ayrı. Ya da en azından ben takınıyorum, bilemiyorum.

Haşa, yanlış anlaşılmasın, “bu paralar bizden niçin toplanıyor,” diye sorguluyor değilim. Yeter ki Devlet-i Âlîyye istesin, elbette, porsuk gibi, çöl semenderi gibi öderiz. Fakat ben izlenen yöntemi hükümetimizin ileri görüşlülüğüne yakıştıramıyorum. Her şeyin bir yolu yordamı var neticede. Vergi müessesesi ne güne duruyor saygıdeğer vekiller, değerli okul müdürüm ve sevgili arkadaşlarım? Dayayacaksınız vergiyi, toplayacaksınız parayı. Bunu da mı biz söyleyelim? Adı “vergi” olunca çünkü, başka türlü oluyor. Daha bir şey oluyor. Böyle, nasıl söyleyeyim... İşte, neticede, vergilendirilmiş kazancın kutsallığının bilincinde olan bizler, seve seve ödüyoruz o parayı. Çünkü biliyoruz ki ödediğimiz her kuruş vergi, bize yol, su ve elektrik faturası olarak geri dönüyor.

Yani ne gerek var böyle birtakım kapuskayı gösterip brokoliye razı etme numaralarına? (Bu noktada nedense aklıma Süleyman Demirel geldi. Ben hep Süleyman Demirel’in bildiklerini bilmek istedim. Bir de Şenkal Atasagun’un... Gerçi bildiklerini bilmeyi kaldıramayabilirdim. Neleri bildiklerini bilsem yeterli olurdu herhalde.) Halk illa sokaklara dökülüp “harç değil, vergi istiyoruz,” diye slogan mı atsın yani?

Gezi parkı eylemleri ve yanlış anlaşılanlar

Ama söylemeden edemeyeceğim, halka da ayrıca kırgınım. Adam “Biz onları da çok iyi biliriz,” diyor, halk “Eksik olmayın Başbakanım, biz de sizi iyi biliriz,” diyeceğine alay ediyor onunla. Yahu kişi karşısındakini de kendisi gibi bilirmiş. Başbakan çok iyi adam olmasa seni çok iyi bilir mi? Size hiç yaranılmayacak mı kardeşim? (Bu arada, postallarınız ve yeniden giydiğiniz Milli Görüş gömleğiniz muhteşem bir kombin oluşturmuş efendim. Giyinmeyi de çok iyi biliyorsunuz. Saygılar.)

Sonra neymiş, son günlerde havaya ateş eden polis, sık sık ıskalar olmuş. Seken mermiler bazen (çok nadiren) yanlışlıkla birilerini öldürüyormuş. Olamaz mı? Hava çok mu büyük bir hedef sanki? “Gezi Parkı olaylarında nefes alacak kadar bile hava bulamadık,” diyen siz değil miydiniz? On binlerce kişinin bulamadığı havayı polis nasıl vursun?

Gerçi, kime söylüyorum... Bu ülkede hala Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın tweet’lerine tepki gösteren insan var yahu! Arkadaş, sen hiç çocuk olmadın mı?!

Ülkeyi birbirine kırdırdınız be! Sizin yüzünüzden bir ara herkes her şeyi boykot etmeye başladı. Yanlışlıkla sosyalist devrim yapan ilk ülke olmanın eşiğinden döndük resmen.

Neyse, daha fazla asap bozmadan siyaseti bırakalım da biraz bilim konuşalım.

Profesör dediğin elbette yenilikçi olacak

Newton mekaniği (fiziği), deterministiktir. Yani gözlemlerden varılan neden sonuç ilişkilerine dayanır. Der ki, “Bir dal parçası zibilyon kere belli bir yükseklikten bırakılmış ve yere düşmüşse, demek ki mukadderat bu şekildedir.”

Ondan yüzyıllar sonra çıkan kuantum mekaniğiyse, “Yok arkadaşım,” der. “Belki zibilyon artı birinci denemede dal parçası yere düşmek yerine gökyüzüne yükselecek? Sen mikro ölçekte neler dönüyor biliyor musun da makroya don biçiyorsun? Bilimde öyle neden-sonuç filan yoktur, kısmet vardır (Kopenhag yaklaşımı).”

Şimdi, bunu Einstein söyleyince kabul ediyoruz da, yine Einstein gibi değerli bir başka profesör olan Abdülaziz Bayındır söyleyince niye reddediyoruz? Adam gayet makul, diyor ki: “Dünya’yı Güneş aydınlatmaz, ‘gündüz’ adı verilen varlık aydınlatır.” Yani diyor ki: “Güneş olduğu için gündüz var değil, gündüz olduğu için Güneş var.” Ben bilmem, belki doğru, belki yanlıştır. Ama ortada bilimsel bir önerme var. Bir teori var. Fiziğe dair ne biliyoruz da koskoca ilahiyat profesörünün demeciyle dalga geçiyoruz?

Bilim yenilik ister. Dünya’yı Güneş’in aydınlattığı bilgisi de binlerce yıllık bilgi. Artık sizce de çok eskimedi mi? Hem, “gündüz” adı verilen varlığın varlığı ispatlanırsa ben sorarım size... #DirenBayındır. Einstein’la da dalga geçmişti bu zevat!

Gelelim asıl mevzuya

Özge Ulusoy’un göbek deliği, evet, fazla yukarıdadır.

Bir başka yazıda görüşmek üzere, herkese selam ederim.