21 Ocak 2013 Pazartesi

Fıkra

Az önce öteberi almak için bakkala gittim. Alışverişimi yapmış çıkıyordum ki, bakkal Süleyman Abi, şemsiyemi alıp almadığımı sordu. "Anlamadım," diye cevap verdim. Kısaca açıkladı: birkaç gün önce geldiğimde şemsiyemi dükkanda unutmuşum. Dükkana Süleyman Abi yerine kardeşinin baktığı bir zaman diliminde gelip almadıysam, camekanlı buzdolabının arkasında duruyor olmalıymış şemsiyem. Baktım, hakikaten oradaydı. Aldım. Sırf bir şey söylemiş olmak için, "unuttuğumun farkında bile değildim," dedim. "Bu arada yağmur yağmış olsaydı mutlaka farkına varırdım." Güldü ve anlatmaya başladı:

"İki adam yağmurun altında yürüyorlarmış. Ama bunlar çok yakın, can dostlar ha! Birisinin şemsiyesi var, onu açmış. Diğeri de o şemsiyenin altına girmiş, ikisi birden yağmurdan korunuyor. Bir süre böyle yürüdükten sonra şemsiyenin sahibi demiş ki: 'Benim şemsiyem olmasaydı sen ıslanırdın yağmurun altında.'"

Süleyman Abi bu noktada durdu ve bana baktı. Toplasan iki saniye süren sessizlik bana öyle uzun geldi ki, fıkrayı anlamış gibi yapıp, biraz abartılı şekilde güldüm. Süleyman Abi bir saniye kadar daha baktı ve devam etti:

"Sonra biraz daha yürümüşler."

Fıkranın devam etmekte olduğunu fark edince kendimi kötü hissettim. Yüzümdeki sırıtmadan bir anda kurtulup "ben fıkranın şakası buradaydı sanmıştım," mesajını vermek yerine yüz kaslarımı tedricen nötr konuma getirme yoluna gittim. Böylece "ben orada gülmem gerektiğini sanmadım, şu an bana fıkra anlatıyor oluşunuz sempatik geldi; ona güldüm," demeye getirmeye çalıştım. Ama pek gelmedi sanırım.

"Yüz metre sonra, şemsiyeyi tutan adam tekrar demiş: 'Benim şemsiyem olmasaydı sen ıslanırdın yağmurun altında.' Diğer adam rahatsız olmaya başlamış. Hani, 'Adam başıma kakıyor, ama şemsiyenin altından çıkarsam da ıslanacağım.'"

Fıkranın sonunu merak etme kıvamına tam bu noktada geldim sanıyorum. Süleyman Abi anlatmaya devam etti:

"Bir yüz metre sonra, adam yine: 'Benim şemsiyem olmasaydı sen ıslanırdın yağmurun altında.' Diğer adam sonunda dayanamamış, afedersin '<burada küfür var> ama ha!' demiş, çıkmış şemsiyenin altından. 'Sen yürü, ben ıslanacağım!'"

Yine bir iki saniyelik bir sessizlik oldu. Fakat ben fıkranın başındaki yersiz gülüşümden ders almış olduğumdan, hala büyük bir ilgiyle Süleyman Abi'nin gözlerine bakıyor, başımı ibretle yukarı aşağı sallıyordum. Birkaç saniye daha geçti ve nihayet Süleyman Abi'nin ağzı tekrar hareket kazandı:

"Aynı o misal sen de, yağmur yağsa şemsiyeni unuttuğunu fark ederdin."

İşte o noktada kritik bir seçim yapmalıydım ve önümde iki seçenek vardı: ya hiç gülmeyip - hiç istemediğim halde - 'fıkranız hiç komik değildi' imasında bulunacak, ya da gecikmeli bir gülüşle 'anca dank etti, çünkü fıkra çok karmaşıktı ve ben biraz debilim' vurgusu yapacaktım. İkincisini tercih ettim. "Haaaaa!" dedim, "Aynı o misal!"

Onu diyordum. Bu yazı da, aynı Süleyman Abi'nin fıkrası misali...