23 Ağustos 2009 Pazar

Tatil Zanlısı

TATİLE ÇIKARKEN DİKKAT ETMENİZ GEREKEN 4 MADDE

Merhaba sevgili okurlarım! Uzunca bir aradan sonra Tatil Zanlısı köşemde tekrar sizlerle birlikte olmanın haklı gururu, mağrur kîni ve müstehzi kuntluğu içerisindeyim. Gerçi “böyle ara mı olur be adam, yirmi dört yıldır neredeydin,” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bir arsa meselesi vardı da bizim… mahkemesiydi, tapusuydu derken… Ayrıca siz de tatil düşünmek için biraz geç kalmadınız mı? Neyse sevgili okurlarım, lafı fazla uzatmadan tatil öncesi tavsiyelerime başlıyorum.

1. LASTİK HAVALARINI MUTLAKA KONTROL EDİN
Can güvenliğiniz için, yola çıkmadan önce husûsî otomobilinizin lastik hava basınçlarını mutlaka kontrol etmelisiniz. Basınç değerleri fabrika verilerinden farklıysa, aracı sanayiye götürüp rektifiyeye sokacaksınız. Baktınız usta yüksek fiyat çekiyor, astarı yüzünden pahalıya gelecek, tatil için bir kereliğine biçerdöver, ekskavatör, Ivel Traktörü, ana muharebe tankı veya kundağı motorlu obüs gibi çelik tekerlekli veya paletli araçlara yönelebilirsiniz. Yine en iyisi uçak tabii.

2. SİVRİSİNEKLERLE TOPYEKÜN MÜCADELE
Keyifli ve uzun süren bir tren yolculuğundan sonra otele vardınız. Fakat o da ne? Trenden inmenizle kolunuzda, boynunuzda, alnınızda, her biri birer İzzet Altınmeşe beni boyutunda şişkin, kaşınan kızarıklıklar oluştu! Faili belli: sivrisinekler… Peki bu küçük sinsi düşmana karşı ne yapacaksınız? Onlar sizin kanınızı emiyor diye siz de onların boyunlarını mı emeceksiniz? Sırtlarına küçük şirin ısırıklar atıp omuzlarına parmağınızın belli belirsiz dokunuşlarıyla adınızı mı yazacaksınız? Elinizde şokobella kavanozuyla “geldim hayatım,” diyerek mutfaktan döndüğünüzde odada kimseyi bulamayınca, açık bıraktığınız pencereye bakakalıp ağlama krizlerine mi tutulacaksınız? Kuzum, delirdiniz mi siz! Üzüldüğünüz şeye bakın…

3. GÜNEŞ YANIKLARINA DİKKAT
Tatilperver dostlarım, tatilin ikinci gününde sele zeytinine dönüşmek ve sonraki günleri ayşekadın fasulye gibi kıvranarak geçirmek istemiyorsanız tavsiyelerime kulak verin. Güneş, cildimiz için zararlı ultraviyole radyasyonu yayar. Bundan korunmanın en iyi yolu sanıldığının aksine meşe palamudu değil, bildiğimiz yoğurttur. Güneşlenirken açık bölge bırakmayacak şekilde tüm vücudunuzu yoğurtla sıvayın. Üstelik bu şekilde iki yumurtayla doyumsuz çılbır zevkine yelken açmanız da mümkün. Ha, ihmal ettiniz yoğurdu, marsık gibi oldunuz. Ne yapacaksınız? “Soğuktan donanı buzla ovarlar” prensibinden hareketle sırtınıza ütü basabilir veya o arsayı bana devredebilirsiniz. Size kalmış.
Okuduğunubiliyorumkemalettinoarsayısanayaretmemanladınmıetmem.

4. YAZ SPORLARI TEHLİKELİ OLABİLİR
Sörf, muz, plaj voleybolu, rafting, dalış, halter ve su altı gülle atması gibi yaz sporlarını yapmadan önce mutlaka eğitim almalısınız. Sadece ABD’de her yıl 4297 kişinin su altı gülle atması yaparken kendi yarattığı anafora kapılarak can verdiğini biliyor muydunuz? Nereden bileceksiniz… Peki çözüm? Tüm dünyada dört bin üç yüz kişilik büyük bir kitlesi olan bu sporu tehlikeleri var diye yapmayacak mısınız? Yapın, ama dikkatli olun diyorum ve bu aylık Tatil Zanlısı’nı noktalıyorum. Hepinize iyi tatiller sevgili okurlarım! Görüşmek üzere!

31 Temmuz 2009 Cuma

Her Şey Trinidad ve Tobago İçin

[TriTob.bmp]

Devlet ideolojisi, hangi devlet tarafından güdüldüğünden bağımsız olarak kötüdür, köhnedir, değiştirilmeye muhtaçtır. Kulağa anarşistçe gelse de, aslında bu, öyle ya da böyle demokrasiyi benimsemiş tüm devletlerin, veya devletine demokrasiyi benimsetmiş tüm ulusların a priori kabul ettiği bir gerçek. Çünkü devlet ideolojisinin temelinde, kurulu düzeni korumak yatar. Düzenin rutin işleyişine karşı gerçekleştirilen her müdahale, hangi niyetten besleniyor olursa olsun, düzeni tehlikeye atacak bir ihanet girişimi olarak görülür. Elbette, burada devletin para politikasına, dış siyasetine veya sanayiye yaklaşımına yönelik bulunulan müdahalelerden bahsetmiyorum. Kastım, devletin kuruluşu sırasında belirlenen ve artık kemikleşmiş, hattâ tabulaşmış çekirdek değerlere yönelik müdahaleler. O çekirdek değerler ki devletin kimliğini belirler, onu vezir veya rezil eder.

İşte demokrasiyi başaran ülkeler, çekirdek değerlerinin ülkenin kurulduğu dönemin şartlarına ve o şartların yarattığı anlayışa göre belirlendiğini; her yeni günün yeni şartlarla birlikte geldiğini ve onlarca, belki yüzlerce yıl önce geçerli olan şartların artık geçerli olamayacağını; hâliyle artık var olmayan şartlara göre benimsenen değerlerin bugün gereksiz, hattâ yanlış ve değiştirilmeye muhtaç olduğunu baştan kabul etmiş, bu değişimi sağlamak için toplumun tamamına yetki vermiştir. Ancak ne olursa olsun devlet devlettir ve devletlerin değişime karşı gösterdiği nazlıveya kimi zaman mütereddit tutum, devlet kavramının doğasından ileri gelir. Başta da söylediğim gibi, bu tutuma rağmen devletin ideolojisinde yapılması başarılabilecek herhangi bir değişim de onu iyi, ya da en azından tatminkâr kılmaz – sadece sürecin olması gerektiği gibi işlediğine dair bir gösterge teşkil eder.

Varsayılan doğrular ve nihayet devlet bağlamı üzerinden söyleyebilirim ki, devletin hükümsüz kılınmadığı (devlet ideolojisinin kırmızı hattı devletin sürekliliğidir, bu hattan geri çekilinmesi talep edilemez. En azından devletten talep edilemez.) ve Anayasa’ya riayet edildiği sürece – ki Anayasa’nın da değişime açık olduğunu unutmamak gerek – en çok sayıda bireyin mutluluğu için, devlet ideolojisi rötuşlarla güncel tutulmalı – ki gerçek demokrasilerde olan da bu. Eğer bu başarılamıyorsa, sorunu devlet ideolojisinin bayraktarlarında aramakta fayda var. Haydi, arayalım o halde…

Devlet, sıradan insanları atanmış kılar. Atanmışlarsa ya bunun karşılığında devlet ideolojisinin gönüllü fedaisi haline gelir, ya da zaten öyle oldukları için atanmışlardır. Öyle ya da böyle, onlar devletin istediği gibi insanlardır: ne doğuştan gelen özellikleri, ne de yaşantılarına dair seçimleri devletin ideal değerleriyle çatışır. Onların devletle hiçbir alıp veremedikleri yoktur. Ve devletle bir alıp veremediği olmayan biri, toplum için değersizdir.

Devletin her kademesinde söz hakkının sadece atanmışlara ait olduğu rejimlerde, devlet, toplumun huzur ve refahı için gereken büyük esnekliği kendiliğinden gösteremez. Ancak toplum, zamanı geldiğinde devleti esnekliğe zorlar, başaramazsa onu esneklik özelliğinden mahrum her varlığın mutlak ve acı sonuyla tanıştırır. Oysa demokratik bir cumhuriyet iyi olabilir, çünkü ortak bir paydada buluşularak toplumun mutluluğunun sağlanabilmesi için çok daha fazla hareket alanı,esneme payı sunar. Ancak mutlak bir yönetimde aile yaşantısına kadar sirayet edebilecek derecede baskın ve belirgin olan devlet ideolojisi, demokratik cumhuriyette, biraz seyreltilmiş de olsa yine aşikâr, yine etkindir.

Demokrasinin diğer tüm yönetim biçimlerinden en belirgin farkı olan “kendi kaderini belirleme hakkı,” atanmışların yanına bir de seçilmişleri ekler. Seçim, seçmen, seçilmişler ve “seç” kökünden türeyen diğer birçok kelime (“seçkinler” hariç olmalı) demokrasinin tekelinde olmasa da, onun alamet-i farikasıdır. Seçilmişler toplum tarafından seçilir ve toplumu temsil eder. Bu yüzden de, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu ülkelerde seçilmişler amir, atanmışlar memurdur. Atanmışların seçilmişlere karşı yaptırımı sadece mahkemeler veya oy sandığı yoluyla gerçekleşebilir – ki bu konuda herhangi bir vatandaş da atanmış bir vatandaşla aynı haklara sahiptir.

Toplumu mutlu etmeyi değil, düzeltmeyi ilk amaç olarak belirlemiş rejimlerde, atanmışlar devlet ideolojisinin birer milisi olarak yetiştirilir. Yargı ve ordu, seçilmişlerin iradesine inanmayan atanmışlar tarafından güvence altına alınmıştır. Yargı gibi, ordu gibi, yani devlet gibi düşünmek, sıradan bir vatandaşın bir ideoloji benimserken takınacağı en kolay tavır, dolayısıyla başvuracağı ilk yol olacağından, atanmışların güdümündeki devlet ideolojisi kendisine toplumdan yoğun – ama aslen pek de sağlam temellere oturmamış - bir destek bulur. Ancak bu tip ülkelerde seçilmişler ve atanmışların bir kesişim kümesi yoktur ve doğal olarak atanmışlar seçilmişler kadar büyük destek görmez; atanmışları, yani devletin resmi ideolojisini temsil eden siyasi oluşumlar, seçilmişler arasına giremez. İşin ilginci, atanmışların seçilmiş olmak gibi bir dertleri de yoktur, çünkü siyasi iktidar onlara halihazırda sahip olduklarından daha büyük bir güç bahşetmeyeceği gibi, var olanı muhafaza dürtüsü sebebiyle yapmaktan geri duracakları icraatler, toplumdan gördükleri o pek de sağlam temellere oturmamış desteğin azalmasına yol açar.
Seçilmişlerinse, atanmış olma kaygıları vardır. Çünkü muğlak demokrasilerde temel değişikliklerin yolu, teamülen atanmışların işgal edegeldiği mevkilere yerleşmekten geçer. Çünkü seçilmişler seçilmelerinden çok kısa bir süre sonra iktidar-muktedir ikilemiyle karşı karşıya kalır. Çünkü onlar, atanmışların, hoşlarına gitmeyen bir durumda en büyük kozlarını gözlerini dahi kırpmadan kullanmaktan çekinmeyeceğini bilir. İşte seçilmişler bu aşamada torpil, adam kayırma, kadrolaşma vesair şekillerde çirkefleşir; çirkefleştikçe paniğe kapılır, paniğe kapıldıkça çirkefleşir ve tüm bu usulsüzlükleri eline yüzüne bulaştırır. Aynı topraklarda, aynı aile ve toplum terbiyesiyle yetiştirilmiş atanmışlarınsa daha önce çirkefleşmemiş olmalarının tek sebebi, buna gerek duymamış olmalarıdır. Öyle ya, zaten tüm ipler ellerinde…

Devletin ideolojisine seçilmişlerden gelen bir saldırıyı daha bertaraf eden atanmışlar, gözlerini kısıp, vakur bakışlarla geleceği süzer. Hepsinin yüreği aynı ritmle atmaktadır: “Her şey Trinidad ve Tobago için!”

14 Temmuz 2009 Salı

Edebiyat Radarı

Bilgisayarımda bir şey aratırken buldum. 14 Temmuz 2009’da yazmışım, ama ne yazdığımı ne de niçin yazdığımı hatırlıyorum. İlginç geldi, postaladım.

Geleceksi Düşünsemeler (Ütopya, 7 sayfa)
Fütürettin Kobay
Ütopya sever misiniz? Ben bayılırım! İşte tam da bu yüzden, çağımızın en yetkin Türk ütopyacılarından Fütürettin Kobay’ın son kitabının çıktığını duymamla kitapçıya koşmam bir oldu. Sevgili okurlar, inanır mısınız, kitabı bir solukta bitirdim! Yazarın özellikle cep telefonlarının gelecekte daha da yaygınlaşacağına dair öngörülerini ağzınız açık okuyacaksınız.
Puan: 4/5

Nasıl Fakir Oldum (Otobiyografi, 36 sayfa)
Fakı Demirözay
Bugüne kadar hep başarı öyküleri, ikbal mucizeleri okuduk durduk. Ama hayat böyle marşmelov kıvamında bir şey değil ki hep güzel şeyler olsun? Fakı Bey, “Nasıl Fakir Oldum” adlı kitabında okurlarına gerçek bir hayat hikayesi sunuyor, aile servetini ve hayatı boyunca dişiyle tırnağıyla biriktirdiği kişisel edinimlerini bir anda nasıl kaybettiğini anlatıyor. Bakın, sevgili kitap aşıkları, Fakı Demirözay kitabın 32. Sayfasında ne diyor: “[…] Tüm banka hesaplarımı boşalttım, tüm gayrımenkullerimi sattım ve tüm paramı bir bavula yükleyerek kendi kurduğum bankaya yatırmak üzere yola çıktım. Sonra sen bavulu metro istasyonunda unut… […]”
Puan: 0,5/5

Jonathan Nasıl Ölür? (Polisiye, 1421 sayfa)
Alp Us
Ne zamandır “iyi bir polisiye roman çıksa da okusam” diyordum. Tam ümidi kesmiş, kendim yazıyordum ki, Alp Us imdadıma yetişti. Ama ne yetişti! Okurlarım, o ne polis, o ne iye! Oh yeah! Hikaye bir mâlikânede başlıyor. İlk sayfalarda uşağın bir cinayet işlediğini öğreniyoruz. O noktadan sonra seyisiyle küçük hanımıyla tüm ev ahalisi maktûlü bulmaya çalışıyor. Polisin de işe karışmasıyla macera nefes kesici bir hal alıyor. Kitabın sonunda n’oluyor, biliyor musunuz sevgili okurlarım? Meğer öldürülen kişi ailenin reisi Jonathan’mış! Ayh…
Puan: 3,5/5

Nasıl Zengin Oldum (Otobiyografi, 2643 sayfa)
Kudret Kınay
Türkiye’nin en zenginlerinden Kudret Kınay’ın kaleminden ibret verici bir yaşam öyküsü. Sevgili okurlar, Kınay’ın bir metro istasyonunda başlayan ve oracıkta başarıyla sonuçlanan zengin olma hikayesini kâh şaşırarak, kâh şaşırmayarak okuyacaksınız.
Puan: 5/5