22 Temmuz 2013 Pazartesi

Türk Filmi - Tamirci Çırağı

On dokuzuna bugün basmıştı Hakan. Fakat çıraklık yapmakta olduğu oto tamirhanesinde bu yıldönümü şimdilik pek bir nümayişe sebep olmuş değildi. O dönem Facebook filan yoktu tabii, kim nereden bilsindi Hakan’ın doğum gününü?

Hakan fakir bir ailenin en büyük oğluydu. Babası, o on iki yaşındayken ebediyete intikal etmişti. O günden beri garip, hasta anacığına Hakan bakıyor; dört kardeşini üç kuruşa çıraklık yaparak o büyütüyordu. Bu sırada sabahlara kadar ders çalışmayı, üniversite imtihanlarına hazırlanmayı da ihmal etmiyordu. Bir elinde distribütör kapağı, bir elinde İnkılap Tarihi, çalışıyordu da çalışıyordu. Yedi yıldır böyle devam ediyordu hayatı. Vakitsizlikten ne bir sinema görmüştü bunca yıl, ne de bir kız arkadaşı olmuştu. Bunları düşünüp içinden küfrederken, tamirhaneye bir araba geldi. Gıcır gıcır, kıpkırmızı, son model bir Renault 12’ydi bu. Sürücü kapısı açıldı, içinden bir tanrıça indi.

Hakan kendisini bildi bileli ilk kez bir kadın karşısında böyle ensesinden içeri buz atılmışa döndü. Allah’ım, bu ne güzellikti! Sapsarı saçları, küçücük burnu, derin göğüs dekoltesi ve bir mini etekle altı çizilmiş muazzam vücuduyla bu kadın, şimdiye dek resmini dergilerden kesip hayranlıkla izlemekle kalmadığı kadınlardan bile daha güzeldi. Hatta tüm o kadın resimlerini bir bütün haline getirse Hakan, bu kadın etmezdi. Ki, bir şekilde o resimleri bir bütün haline getirmişti zaten, fakat bu ulvî dakikada bu gerçeği ve yöntemini aklına getirmek istemedi. Ağzı açık, kadını izlemekteydi. Zaman durmuştu sanki. Kadın yaklaştı, yaklaştı... İyice dibine sokuldu:

“Sen aradığım erkeksin. Al beni!” dedi Hakan’a.
“Affedersiniz?”
“Yahu vaktim dar dedikçe herkes üstüme üstüme geliyor. ‘Şunun yağına bir bak,’ dedim!”

Hakan derhal kendisine geldi. Kaputu açıp motor yağına baktı, eksilmişti. Eksiği tamamladı ve kaputu kapattı.

“Tamam mı?” dedi kadın.
“Tamam.”
“Ne kadar?”

Hakan bir şey diyemedi. Hayatının aşkını bulmuştu, bir de para mı isteyecekti? Bunları düşünürken kadının eline tutuşturduğu parayı fark etmedi bile.

“Al, elli Lira.”

Hakan elindeki paraya baktı. Gülümsedi. Bugünlük nevalesini şimdiden doğrultmuştu. Üstüne bir de hayatının aşkını bulmuştu! O sevinçle, “Bugün benim doğum günüm,” deyiverdi ve bu söylediğine kendisi de şaşırdı. Kadının gülümseyen mavi gözlerinde kaybolmuştu.

“Kutlu olsun,” dedi kadın.
“Eee?” dedi Hakan.
“Ne ‘eee’si? Daha para mı istiyorsun? Allah gözünü doyursun!”

Para mı? Para neydi ki şu an hissettiklerinin yanında? Aşka düşmüş, yanıyordu; gözü para mı görürdü şimdi? Ayrıca tam bir günde alacağı bahşişi öğlenin 11’inde almıştı zaten. Gücendi Hakan. Dünyadaki her şeyin para olduğuna inanmış bu şımarık güzel kıza hak ettiği cevabı sağlamından bir laf sokarak vermek istedi:

“Dünyada her şey para mı sizin için?”
“Değil.”

Buna bir cevap hazırlamamıştı Hakan:

“Bence de değil. Yani, daha önemli şeyler var tabii sonuçta.”
“Tabii var. Yalnız, benim de bayağı acelem var. Gitmem lazım.”
“Adını bahşetsen?”
“Gülin. İyi günler.”

Gülin arabasına yöneldi.

“Dur!” diye seslendi Hakan. “Senden çok hoşlandım. Çok güzelsin.”
“Allah razı olsun.”
“Akşam boş musun?”

Hakan bunu söylerken sağ gözünü kırpmıştı.

“Öööf! Hadi, eyvallah!”

Hakan bu cevaba hayli bozuldu:

“Sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına dökülen akla biter!”
“Burada bir kara sevda başlamadan biter. Baaay!”

Gülin taktı geri vitese, o fade-out’lu türko-sinematografik Renault 12 sesiyle bastığı gibi gitti. Hakan tüm fakirliğiyle kalakalmıştı.

Kim bilir kime gitmişti Gülin. Hakan düşündü: fekaret böyle bir şeydi işte. Her şeyi doğru yapsan da her şeyi yanlış yapan zenginin yanında bile bir hiçtin. Ayrıca “fekaret” diye bir sözcük gerçekten var mıydı? Bakirlik bekaret ise fakirlik de fekaret idi gerçi. Öyle olmalıydı. Yoksa da vardı artık bu kelime. Genç Hakan buna kanaat getirmişti. O an karar verdi: üniversiteyi kazanmalı, saygın bir meslek edinmeli ve çok zengin olmalıydı.

Dört ay sonra üniversite sınavına girdi Hakan. Sonuçlar açıklandığında, kazanmışlığın yakınına bile uğrayamadığını, aldığı pespaye puanla barajı dahi aşamadığını öğrendi. Neyse ki geçen dört ayda, bir üniversitenin verebileceğinden çok daha faideli bilgiler edinmişti. Mesela, motor yağı değişimi için altmış, fren balatası için yüz elli Lira; artık mahir hale gelmiş bir tamirci olarak rektifiye için üç bin Lira isteyebilir ve bunu patronuna bildirmeyebilirdi. Ayrıca yan sanayi parçaları orijinal diye kakalamak, hatta “değiştirdim” deyip aslında değiştirmediği parçalar için yüzlerce Lira talep etmek gibi geniş bir hareket alanı vardı.

Hakan, böyle böyle kenara üç beş kuruş koymaya başladı. Yevmiyeye olan bağımlılığı azaldıkça daha özgüvenli, daha cesur, işinde daha başarılı hale geliyordu. Üstelik, tamirhaneye de daha çok kazandırır olmuştu. Birkaç ay sonra, atölye sahibi, onu ustabaşı yaptı.

Ustabaşı olunca Hakan, kenara daha çok para koyma fırsatını buldu. Bir yıl geçmeden işten ayrıldı ve biriktirdiği sermayeyle kendi tamirhanesini kurdu. İki yıl sonra yetkili servislik aldı. Üçüncü yıl dolduğunda, nihayet, otomotiv yan sanayiinin önde gelen iş adamlarından biri haline gelmişti.

Tüm bu süreçte Gülin’in de kim olduğunu öğrenmiş, onu yakından takip eder olmuştu. Gülin, büyük bir holding sahibinin – gerçekten de şımarık – tek kızıydı. Fakat bir önceki yıldan itibaren, babasının sahibi olduğu holding büyük zarar etmeye başlamış, Hatta iflasın eşiğine gelmişti. Gazetelere bakılırsa, babası her şeyini kaybeden Gülin, şu sıralar berbat halde olmalıydı.

Oysa Hakan artık çok zengindi. Her zengin gibi şimdi o da sapkın partilere katılıyor, alkol ve uyuşturucunun dibine vuruyordu. Seda’yla da bu partilerden birinde tanışmıştı.

Seda naif bir kızdı. Hakan’a ihtiyacı olan her şeyi veriyodu. Sevgi, ilgi, sadakat, cinsellik, oedipus... Fakat Hakan’ın gözü hala Gülin’den başkasını görmüyordu. Gülin’le bir kez daha karşılaşmak ve bu kez vuslata ermek için yanıp tutuşuyordu. Ve bu durumdan Seda da haberdardı. Çok üzülüyor, fakat sesini çıkartmıyordu. Hakan’ın, değerini gerçekten takdir edeceği günü bekliyordu.

Bir sonbahar günüydü. Hakan, işçilerini teftiş etmek için yönetim katından atölyeye inmiş, kaputu açık, tekerleksiz otomobillerin arasında ağır ağır dolaşıyordu. Birden, içeri bir Renault 12 girdi. Kırmızıydı. Hakan’ın Renault 12’ye duyarlı dikkati derhal oraya yöneldi. Yıllar önceki gibi gıcır gıcır değildi ama, o arabaydı bu. Bir kez daha açıldı kapısı. Ve içinden bir kez daha Gülin indi. Bir kez daha çok güzeldi. Hala Gülin idi.

Hakan farkında bile olmadan Gülin’in bir adım önüne kadar yaklaşmıştı. Büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Bir süre bakıştıktan sonra Gülin:

“Siz...” dedi.
“Evet, ben. Dört yıl önce fakir olduğu için reddettiğin çırak parçası!” dedi Hakan. Neyse ki içinden demişti bunu. Dışından, “Evet...” diyebildi.
“Osunuz, değil mi?”
“Hm hm...”
“Çok güldük o gece. Kusura bakmadınız inşallah?”

Hakan anlamamıştı:

“Güldünüz mü? Neye?”
“Restoranda düştünüz ya... Off, aklıma geldikçe gülüyorum. Bir de kalkarken masayı devirmeniz...”

Hakan hatırladı. Lan hadi Seda’ya ağır rezil olmuştu o gün de, Gülin de mi oradaydı?

“Ben de kendime çok güldüm sonra,” diyerek usta bir manevrayla geçiştirdi Hakan. Gülin’in kendisini bu şekilde hatırlıyor olması fenaydı.

“Neyse. Direksiyon biraz sağa çekiyor. Onu göstermeye geldim,” dedi Gülin.
“Tamam, çocuklara söylerim, bakarlar şimdi.”
“Yalnız acelesi var. Arabayı satışa çıkarttım da, eksiğini gediğini halledip öyle vereyim istiyorum.”

Demek Gülin hakikaten zor durumdaydı. Demek babası iflas bayrağını çekmişti. Demek artık gerçek bir şansı vardı Hakan’ın.

“Hayır Gülin,” dedi Hakan. “Bu arabayı satmayacaksın.”

Gülin şaşkındı:

“Birincisi, adımı nereden biliyorsunuz? İkincisi, arabamı niye satmayacakmışım?”

Hakan gülümsedi:

“Birincisi, yıllar önce benim çırak olarak çalıştığım tamirhaneye gelmiştin. Sana o saniye aşık olmuş, adını sormuştum. Sen de söylemiştin.”
“İlginç.”
“Fakat sonra, görüşme teklifimi geri çevirmiştin. Bir çırak parçası olduğum için konuşmaya bile layık bulmamıştın beni. Hatırladın mı?”
“Evet, şimdi hatırladım.”
“Hoş, seni suçlamıyorum: tabii bana bakmayacaktın, tabii hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna beni bırakıp gidecektin. Tabii, kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme dönecektin!”
“Dinliyorum?”
“Gelelim ikinci soruna... Bu arabayı satmayacaksın Gülin. Çünkü artık ben çok zenginim. Baban iflas etmiş olsa bile sana aynı gamsız saadeti yaşatmaya ben devam edeceğim.”
“Ciddi misin?”
“Çok ciddiyim hem de.”

Hakan tekrar gülümsedi. Kollarını açıp Gülin’le arasındaki bir adımlık mesafeyi kat etti. Tam ona sarılacaktı ki, Gülin onu itti:

“Bir dakika.”
“Evet?”
“Şimdi, beyefendi...”
“Hakan.”
“Şimdi, Hakan, öncelikle ben nişanlıyım.”

Hakan yıkılmıştı:

“Hayır!”
“Evet.”
“O zengin piçi sana ne vaadediyorsa, on katını, milyon katını ayaklarına sererim Gülin!”
“Zengin filan değil. Babamın çaycısı.”
“Çaycı mı? O kadar mı düştün?! Hayır, Gülin! Seni bu korkunç mukadderattan kurtaracağım. Güven bana. Babanın artık beş parasız oluşu seni böyle sefil bir geleceğe mahkum etmeyecek!”
“Hah, ben de o konuya değinecektim. Babam iflas etmiş filan değil. Şirket kurtuldu, hatta şu sıralar genişliyor çok şükür.”
“Nasıl yahu? O zaman niye bir çaycı parçasıyla nişanlanıyorsun?”
“Düzgün konuş. Aşığım ben Suphi’ye. İki ay sonra da evleniyoruz.”
“Hayda...”
“Ne hayda?”
“E madem çaycıyla bile evlenebiliyordun, o zaman dört sene evvel beni niye reddettin Gülin?”
“Çünkü... Kişisel alma sakın ama... İnanılmaz iticisin, Hakan.”
“Ve?”
“Lütfen yanlış anlama, bir de karakterin beş para etmez.”

Hakan bir süre hiçbir şey söyleyemeden Gülin’e baktı. Başı, hissiyatını dışavuracak tek kelimeyi arar gibi hafif hareketlerle sağa sola gidip geliyordu. Titrek bir sesle:

“Demek öyle,” dedi.
“Aynen öyle, Hakan.”
“Ben de bunca yıl suçu kendimde, fakirliğimde aramıştım. Şimdiyse... O kadar mesudum ki... Gülin, bana bir konuda söz vermeni istiyorum.”
“Nedir?”
“Mutlu olacaksınız.”
“Sana niye söz veriyorum yahu? Allah Allah! Manyak mıdır nedir!”

Gülin hışımla arkasını dönüp arabasına atladı. Motoru çalıştırdı ve gitti. Hakan hüzünlü fakat mütebessimdi.

“Mesut ol Gülin’im,” dedi titrek dudaklarının arasından. İçi huzur dolmuştu. Demek Gülin, Hakan’ın fakirliğini hiçbir zaman sorun etmemişti. Fakir olduğu için sevgisini ondan esirgemiş değildi. Hayatının uktesinin üstü böyle tatlı bir kapakla örtülmüştü artık. Artık yarınlara, kendi geleceğine bakabilir; payeyi, kıymetini gerçekten bilenlere verebilirdi. Birden aklına geldi: Seda... O güzel, o masum, o cefakar kız... Odasına çıktığı gibi ceketini giydi ve hususi otomobiline atlayıp eve doğru yola çıktı. Yıllar sonra ilk kez gerçekten gülümsüyordu.

“Kim o?”
“Benim aşkım!”

Seda kapıyı hayret ve mutluluk dolu gözlerle açtı. Hakan’ın uzattığı koca bir buket çiçeği görünce şaşkın sevinci bir kat daha arttı.

“Hakan!”

Sarıldılar.

“Seda’m... Seni çok seviyorum!”
“Ben de seni Hakan! Ben de seni... Çok, ama çok seviyorum!”
“Benimle evlenir misin?”

Seda mutluluk sarhoşu olmuştu. Çığlıkla karışık:

“Evet aşkım, evet!”

Bir kez daha sarıldılar, uzun uzun öpüştüler. Bir an oldu ki, Seda Hakan’daki bu ani değişimdeki tuhaflığın, Hakan’sa bu duygu selindeki manasızlığının farkına vardı. Öpüşmelerini usulca, fakat hiç bozuntuya vermeden noktalayıp; karınlar bitişik, göğüsler arası mesafe yirmi santimetre olacak ve göz teması sürdürülecek şekilde birbirlerinden uzaklaştılar. Tebessümler bakiydi, fakat kız tarafında şüpheci, erkek tarafında hafif bezgin olacak şekilde yeniden düzenlenmişti.

“Bu güzel sürpriz nereden çıktı, aşkım?” dedi Seda.
“Beni niye seviyorsun, Seda?”
“Hmm...”

Seda biraz düşündü. Soru zaman aşımına uğrayacakken Hakan devam etti:

“Beni ben olduğum için seviyorsun değil mi? Yakışıklı olduğum için değil, zengin olduğum için değil, ben olduğum için.”
“Aşkım... Yakışıklı filan değilsin ki, nasıl böyle bir şeyi düşünebilirsin?”

Hakan bayağı bozuldu, fakat renk vermedi:

“Ama zenginim?”
“Evet, zenginsin. Sen zenginsin ve ben seni sen olduğun için seviyorum.”
“Yani?”
“Ben seni her özelliğin için seviyorum Hakan. Bu özelliklerden birine sahip olmasan sen olmazdın ki? Mesela dürüstlüğün, mesela şefkatin, mesela zenginliğin...”

Hakan’ın mutluluktan gözleri yaşardı yaşaracaktı. Bir kez daha ve bu kez daha sıkı sarıldı Seda’ya. Ne para, ne pul, ne de para pulla gelecek aşk gerçek mutluluğu getirebilirdi. Gerçek mutluluk işte buydu. Onu seven, onun her zaman arkasında olacak bir dost, bir sevgiliydi gerçek mutluluk.

Geçen dört yılı düşündü Hakan. Aşkı için zengin olmak zorunda kalmıştı ve o da hiçbir işe yaramamıştı. Meğer saadet hep yanıbaşındaydı. O halde ne gerek vardı tüm bu çabaya, çalıp çırpmaya, hak yemeye? “Hemen şimdi gidip atölyeye kilit vuracağım,” dedi içinden. “Başkaları için daha fazla mutsuzluk yaratmadan bu işe bir son vereceğim.” Bir süre huzurla gülümsedikten sonra birden, “Yok lan,” dedi. “Şahane ciro getiriyor dükkan. Kapatmak olmaz. Böyle iyi.”

Seda’ya sarılıyordu hala.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Neil Armstrong kimdir?

5 Ağustos 1930’da dünyaya geldi. 16 Mart 1966’da uzaya gitti. 17 Mart 1966’da Dünya’ya geldi. 20 Temmuz 1969’da Ay’a gitti. 24 Temmuz 1969’da Dünya’ya geldi. 25 Ağustos 2012’de dünyadan gitti.

5 Temmuz 2013 Cuma

Aşırı Konformist Yasaiçi Örgüt

1 + 1 = ;)

18 yaşımdan beri öyle veya böyle medyada çalışıyorum. Gözümü medyada açtım desem yeridir. Eh, bizim sektörü de az çok bilirsiniz: alkol, uyuşturucu, seks, türlü sapkınlıklar... Tatmadığımız dünyevi zevk kalmamıştır. “Geğirene aferin, osurana bravo deriz,” diyeyim, siz anlayın.

Neyse, geçen gün medya sektörü olarak bir kafede buluştuk (Cihangir). Eh, bir noktada konu kaçınılmaz olarak eski günlere geldi. Pendik’teki 1+1 dairelerimizde yaşadığımız o unutulmaz geceleri, 1+1’e sığdırdığımız nice 8+8’leri kahkahalarla yad ediyorduk ki, set asistanı bir arkadaşımız “Pendik’te 1+1 dairelere yasak gelmiş,” dedi. İşte o an kahkahalarımız donuverdi yüzlerimizde. Başımızı öne eğip sustuk ve viskilerimizden birer yudum daha aldık. Demek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Değerli kağıt

Ertesi gün, yeni ehliyetler için istenen 101 Liralık değerli kağıt bedeli 15 Lira’ya indirildi de sevincimizden Pendik hatıralarımızın yok oluşunu biraz olsun unuttuk.

Halbuki arkadaş, ne seviniyorsun? Paradan daha değerli kağıt var mı? Bugün o beğenmediğin 15 Lira’yı satın almaya kalksan, 15 Lira’dan aşağı alamazsın. Sıfırı da değil ha, bilmem kaçıncı eli (zaten benim bu hayattan anladığım, sıfır paranın makbul bir şey olmadığıdır.) Kaldı ki, hadi verdim 15 Lira’yı, aldım ehliyeti. Yarın öbür gün sıkılıp desem, “Araba, debriyaj filan, bunlar bana göre şeyler değilmiş. 15 Lira 15 Lira’dır. Ben şu ehliyeti bir okutayım.” Kim alır! Beş para etmeyen değerli kağıt mı olurmuş? (Manevi değer kast ediliyorsa o ayrı tabii, saygı duyarım.) Ayrıca ehliyet kağıt bile değil, plastik. Nereden tutsan elinde kalıyor!

Hatırlayınız, benzer bir eşeği kaybettirip tekrar buldurma marifetiyle sevindirme süreci HGS’nin lansmanında da yaşanmıştı. Hani şu hızlı geçmenin yasak olduğu Hızlı Geçiş Sistemi’ni kast ediyorum (Acil değil ama çabuk çabuk geçiş sistemi?). N’oldu? İşe yaradı, razı olduk. Ha, şimdi gişeden her geçişimizde süpermarketten hiçbir şey almadan çıkarken büründüğümüz “dikkat ettiyseniz hiçbir şey çalmadığım için ne kadar rahatım ve hareketlerim de bir o kadar yavaş, çünkü kaçmıyorum,” pozunu takınıyoruz, o ayrı. Ya da en azından ben takınıyorum, bilemiyorum.

Haşa, yanlış anlaşılmasın, “bu paralar bizden niçin toplanıyor,” diye sorguluyor değilim. Yeter ki Devlet-i Âlîyye istesin, elbette, porsuk gibi, çöl semenderi gibi öderiz. Fakat ben izlenen yöntemi hükümetimizin ileri görüşlülüğüne yakıştıramıyorum. Her şeyin bir yolu yordamı var neticede. Vergi müessesesi ne güne duruyor saygıdeğer vekiller, değerli okul müdürüm ve sevgili arkadaşlarım? Dayayacaksınız vergiyi, toplayacaksınız parayı. Bunu da mı biz söyleyelim? Adı “vergi” olunca çünkü, başka türlü oluyor. Daha bir şey oluyor. Böyle, nasıl söyleyeyim... İşte, neticede, vergilendirilmiş kazancın kutsallığının bilincinde olan bizler, seve seve ödüyoruz o parayı. Çünkü biliyoruz ki ödediğimiz her kuruş vergi, bize yol, su ve elektrik faturası olarak geri dönüyor.

Yani ne gerek var böyle birtakım kapuskayı gösterip brokoliye razı etme numaralarına? (Bu noktada nedense aklıma Süleyman Demirel geldi. Ben hep Süleyman Demirel’in bildiklerini bilmek istedim. Bir de Şenkal Atasagun’un... Gerçi bildiklerini bilmeyi kaldıramayabilirdim. Neleri bildiklerini bilsem yeterli olurdu herhalde.) Halk illa sokaklara dökülüp “harç değil, vergi istiyoruz,” diye slogan mı atsın yani?

Gezi parkı eylemleri ve yanlış anlaşılanlar

Ama söylemeden edemeyeceğim, halka da ayrıca kırgınım. Adam “Biz onları da çok iyi biliriz,” diyor, halk “Eksik olmayın Başbakanım, biz de sizi iyi biliriz,” diyeceğine alay ediyor onunla. Yahu kişi karşısındakini de kendisi gibi bilirmiş. Başbakan çok iyi adam olmasa seni çok iyi bilir mi? Size hiç yaranılmayacak mı kardeşim? (Bu arada, postallarınız ve yeniden giydiğiniz Milli Görüş gömleğiniz muhteşem bir kombin oluşturmuş efendim. Giyinmeyi de çok iyi biliyorsunuz. Saygılar.)

Sonra neymiş, son günlerde havaya ateş eden polis, sık sık ıskalar olmuş. Seken mermiler bazen (çok nadiren) yanlışlıkla birilerini öldürüyormuş. Olamaz mı? Hava çok mu büyük bir hedef sanki? “Gezi Parkı olaylarında nefes alacak kadar bile hava bulamadık,” diyen siz değil miydiniz? On binlerce kişinin bulamadığı havayı polis nasıl vursun?

Gerçi, kime söylüyorum... Bu ülkede hala Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın tweet’lerine tepki gösteren insan var yahu! Arkadaş, sen hiç çocuk olmadın mı?!

Ülkeyi birbirine kırdırdınız be! Sizin yüzünüzden bir ara herkes her şeyi boykot etmeye başladı. Yanlışlıkla sosyalist devrim yapan ilk ülke olmanın eşiğinden döndük resmen.

Neyse, daha fazla asap bozmadan siyaseti bırakalım da biraz bilim konuşalım.

Profesör dediğin elbette yenilikçi olacak

Newton mekaniği (fiziği), deterministiktir. Yani gözlemlerden varılan neden sonuç ilişkilerine dayanır. Der ki, “Bir dal parçası zibilyon kere belli bir yükseklikten bırakılmış ve yere düşmüşse, demek ki mukadderat bu şekildedir.”

Ondan yüzyıllar sonra çıkan kuantum mekaniğiyse, “Yok arkadaşım,” der. “Belki zibilyon artı birinci denemede dal parçası yere düşmek yerine gökyüzüne yükselecek? Sen mikro ölçekte neler dönüyor biliyor musun da makroya don biçiyorsun? Bilimde öyle neden-sonuç filan yoktur, kısmet vardır (Kopenhag yaklaşımı).”

Şimdi, bunu Einstein söyleyince kabul ediyoruz da, yine Einstein gibi değerli bir başka profesör olan Abdülaziz Bayındır söyleyince niye reddediyoruz? Adam gayet makul, diyor ki: “Dünya’yı Güneş aydınlatmaz, ‘gündüz’ adı verilen varlık aydınlatır.” Yani diyor ki: “Güneş olduğu için gündüz var değil, gündüz olduğu için Güneş var.” Ben bilmem, belki doğru, belki yanlıştır. Ama ortada bilimsel bir önerme var. Bir teori var. Fiziğe dair ne biliyoruz da koskoca ilahiyat profesörünün demeciyle dalga geçiyoruz?

Bilim yenilik ister. Dünya’yı Güneş’in aydınlattığı bilgisi de binlerce yıllık bilgi. Artık sizce de çok eskimedi mi? Hem, “gündüz” adı verilen varlığın varlığı ispatlanırsa ben sorarım size... #DirenBayındır. Einstein’la da dalga geçmişti bu zevat!

Gelelim asıl mevzuya

Özge Ulusoy’un göbek deliği, evet, fazla yukarıdadır.

Bir başka yazıda görüşmek üzere, herkese selam ederim.