27 Haziran 2010 Pazar

Leyla’ya Mektup Yahut Bir, Sıfır, Bir, Sıfır…

Üzgünüm Leyla. Address Turkey için yaptığımız sohbetin ardından sana yüksek çözünürlüklü fotoğraflarımı göndermedim. Göndermemi sağlama amaçlı insanüstü gayretine rağmen bunu yapmadım. Yolladığım düşük çözünürlüklü resimlerin matbû dergi için yeterli olmadığını ısrarla belirtmene rağmen, o fotoğrafları sana ulaştırmadım. Eminim nedenini merak ediyorsundur. Ve herhalde, “yüksek çözünürlüklü bir insan değilim,” cevabıyla yetinecek değilsin. O yüzden, daha tatminkâr bir açıklama yapmaya çalışacağım. Bu hâli bir olay olarak değil, bir süreç olarak masaya yatıracağım. Haliyle, bunun için biraz geçmişe döneceğim. Biz doğmadan çok önceye…

1975 yılında, Eastman Kodak’ta bir mühendis olan Steven Sasson, yeni bir teknoloji olan katıhal CCD sensörlerini kullanarak bir dijital fotoğraf makinesi yapmayı başardı. Siyah beyaz dijital görüntü verisini bir kaset bandına 23 saniyede aktarabilen makine, 3.6 kilogramla, dünyanın en büyük mangosundan (3.5 kilogram) 100 gram daha ağırdı. Ortalama bir kedinin 4.5 kilogram olduğunu düşünürsen, teknolojinin nasıl baş döndürücü bir süratle geliştiğini daha rahat tahayyül edebilirsin.

1990 yılına kadar, ticari bir dijital kamera üretilemedi. Bu ilginç gelebilir, hattâ “1981’de üretilen Sony Mavica neydi peki,” diye sorabilirsin. Mavica, dijital bir kamera değil, analog bir elektronik fotoğraf makinesiydi. “Ee, AEG Lavamat neydi o zaman,” dediğini duyar gibi oluyorum. AEG Lavamat’sa, gerçek anlamda bir dijital fotoğraf makinesi olmaktan çok, bir çamaşır makinesiydi. İlk ticari dijital fotoğraf makinesinin, Logitech Fotoman olduğu sanılıyor. Dediğim gibi, sene 1990.

Dünya çapında başarılı sayılabilecek ilk dijital kamera, Kodak’ın 1991’de piyasaya sürdüğü DCS-100 modeliydi. 1.3 megapiksel çözünürlükte çektiği fotoğrafları 16 megabaytlık dahili belleğine kaydeden makinenin o dönemki fiyatı, 13,000 Amerikan Doları’ydı! Bundan sadece sekiz yıl sonra, 1999’da, 2.74 megapiksellik Nikon D1, 6000 Dolar’ın altında bir fiyatla piyasaya sürülecekti. O tarihten sonra dijital kameralar hızla gelişecek, ucuzlayacak ve yaygınlaşacaktı. Internet’in de kolay ulaşılabilir hale gelmesiyle, birkaç yıl içinde webcam’siz ev kalmayacak, “CAM AÇÇÇ!!11!1” mesajları önce ICQ, sonra MSN Messenger ve Skype pencerelerini işgal edecekti. Kendi kendilerini en güzel şekilde fotoğraflamaya çalışan genç kızlar sayesinde, fotoğrafçılık yepyeni açılara kavuşacak, aydınlık ufuklara yelken açacaktı. Zemin fonlu, köşegen pozlu, çenesiz kız fotoğrafları her yeri saracaktı. Kamerasız cep telefonu sahipleri toplumdan dışlanacak, terapi ve rehabilitasyona muhtaç bırakılacaktı. Dünyanın fotoğrafçı nüfusu, birkaç yıl içinde birkaç katına çıkacaktı.

Ben, dijital kamera mefhumuyla, tüm bu çılgınlığın başlarında, 2000 yılında tanıştım. Emanet bir makineydi. Bir LCD’si yoktu. Vizörüyse, bir vizör olarak ortalama bir kırlentten daha başarılı değildi. Ama bir kırlent olarak fena sayılmazdı. Çektiği 640x480 piksel çözünürlüklü fotoğrafların bilgisayara aktarımı, USB 1.0 bağlantısıyla sağlanıyordu. Ve aygıt şeffaftı. Üretici firma, “bakın, biz çok gelişmiş bir cihaz ürettik, içini de görün,” dercesine, makinenin kasasını şeffaf plastikten üretmişti. Fakat sonuç, estetik açıdan, şeffaf sutyen askısı kadar bile başarılı değildi. Çektiği fotoğraflara gelince, evet, fotoğraf oldukları şüpheye yer bırakmayacak şekilde aşikârdı. Ama neyin fotoğrafları olduklarını çözmek özveri gerektiriyordu. Yine de, o makinenin gönlümdeki yeri ayrıdır. Neticede, kabul edilebilir bir görüntü üretebilmek için hava savunma projektörleri gerektiren webcam’imi saymazsak, 2005 yılında satın aldığım Sony Ericsson K750i’ye dek evimde bir günden fazla kalan tek dijital kamera oydu. Sonra, K750i’yi satın aldım. Ve devamı geldi.
Şimdi dönüp bakıyorum da, çektiğim ilk dijital fotoğraftan bu yana on yıl geçmiş. Belki binlerce fotoğraf çekmişim, yüzlerce fotoğrafım çekilmiş – ki bunlardan kağıda basılanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Geri kalanlar, on yıl boyunca ağırlıklı olarak yedi farklı sabit diske yayılmış. O disklerin de bir kısmı yedeklenmiş, bir kısmı bozulup gitmiş; fotoğraflarla birlikte yüzlerce deneme yazımı da yanında götürmüş. Taşınmışım, eski sabit disklerin yedeklerini barındıran CD’ler, DVD’ler birbirine girmiş. Harp olmuş, darp olmuş. Maziden bana, ikisi masaüstü, biri dizüstü bilgisayarımda yerleşik; biri de taşınabilir olmak üzere dört adet disk kalmış. Dijital fotoğraf makineleri yüzünden geçmişimin büyük kısmı yok olmuş, Leyla! Ve dijital çağ benden bugünümü de istiyor. Bir ve sıfır. Var mıydı, yok muydu…

Vardı, Leyla. Address Turkey röportajı için benden yüksek çözünürlüklü fotoğraflarımı isteyene dek elimde gani gani fotoğrafım vardı. O kadar çok fotoğrafım vardı ki, estetik kaygılarımı bir kenara bırakabilseydim, onları art arda ekleyip uzun metraj, stop motion bir film yapabilirdim. Bir çöl semenderi belgeseli için fena da olmazdı üstelik. O fotoğraflar oradaydı. İmlecimi uzatsam erişecektim. Birkaç tık ve klavye darbesiyle onları sana gönderecektim. Zor bir iş bile değildi bu, Leyla. İmkânsız olamazdı.

“Yüksek çözünürlükte en az iki tane fotoğrafınıza acilen ihtiyacım var.” - Leyla D., 17 Mayıs 2010
Bir gün, Gmail hesabımın gelen kutusunda senin gönderdiğin bir mail’e rastladım. Doğrusunu istersen, onu okuduğumda aklıma gelen tek şey, gündelik görevlerime bir yenisinin daha eklendiğiydi. Alt tarafı “reply” butonuna basacak, “attach a file” linkine tıklayacak ve göndermek istediğim fotoğrafları seçecektim. Teknoloji böyle bir şeydi çünkü. Hayatı kolaylaştırmak için vardı. Hayat peki, kolaylaşmak için mi vardı? Önemli olan bu değildi. Önemli olan tek şey, o fotoğrafları bir an önce sana gönderip günlük işlemci yükümü hafifletmekti. Çünkü, sadece yirmi beş yıllık olsa da, bu beyin, modern teknolojinin çok gerisindeydi. Fazla yüke gelmezdi. Leyla fotoğraf istiyorsa, o fotoğraflar şimdi gönderilmeliydi. Yoksa içim içimi yerdi. Beynim gün içinde hararet yapar, beni yarı yolda bırakırdı. Hararet yapmasın diye motor ızgarası açık halde yolcu kovalayan Magirus minibüsler ne hazin bir görüntü arz eder, bilir misin, Leyla? Peki Peugeot J9’un paralel bir evrende bizzat hüznü simgelediğini? Nereden bileceksin… Senin ön tekerleklerini perdeleyen ön kapıların oldu mu hiç?

“İşte istediğin fotoğraflar,” başlıklı mail’imi hazırladığımda, o fotoğrafların gerçekten var olduğuna hâlâ inanıyordum. “Attach a file” linkine tıkladığımda, bir seraba koştum ben. “Dosya seç”e bastığımdaysa en görkemli sıçramamı yaptım serin sulara doğru. Ve ne zaman fark ettim ki o fotoğraflar aslında yoktu, hayattan soğudum. Leyla, yoktu o fotoğraflar. Kuma çakıldım. Dijital dünyanın bir oyunuydu bu. Fotoğrafların yokluğunu tanıdıkça hayvanları daha çok sevdim. Kadınlığımdan utandım. Bu sonuncusunu neden yaptım, bilmiyorum. O fotoğraflar yoktu, Leyla. Ölmek istedim. Sonra vazgeçtim.

Üzgünüm Leyla. Yüksek çözünürlüklü olamadım. Ve Address Turkey okurları, siz de kusuruma bakmayın. Sevecekseniz beni, piksel piksel sevin.

Not: Ekte, 51. Bölgenin Kuzeybatı sektörüne bastırdığım yüksek çözünürlüklü resmimi bulabilirsin. Umarım affettirebilmişimdir kendimi.



- 27 Haziran 2010

11 Haziran 2010 Cuma

Pull Up

FL Studio güzel şey.



Videoyu, Sergei Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı” filminden aldığım ve Adobe Premiere’le cut montaj yaptığım görüntülerle oluşturdum. Üstten ve alttan akan “kaşlar,” şarkının gerçek zamanlı spektrum analizör görüntüleri aslında. Zaman atlaması efektini, üstteki dalga formu ve alttaki frekans analizörü efektlerini Adobe After Effects’e borçluyum. Sağolasın Adobe.

10 Haziran 2010 Perşembe

The Secret in Eight Bits

Bir doğum günü hediyesi. Sembolik?



Müziği ve videoyu ben yaptım. Video kalitesinin düşüklüğü şu export hadiselerine bir türlü alışamamamdan kaynaklanıyor olsa gerek. Meraklısına…