9 Ağustos 2013 Cuma

Reklamlar

Mutsuz, yalnız ve beş parasızdı Orhan. Üstüne giyebileceği birkaç paçavrası ve canı istediğinde çalışan asırlık bilgisayarı dışında hiçbir şeye sahip değildi. Kendisine ait kalacak bir yeri bile yoktu: fakülte arkadaşlarının öğrenci evinde bir sığıntı olarak yaşıyordu. Okulu da çoktan bırakmıştı zaten. Bitmeyecek okula harç ödemektense aç karnını kısmen de olsa doyurmayı tercih etmişti.

Ortaokuldan beri bir kız arkadaşı olmamıştı. Kız arkadaşa inanmıyordu Orhan. Daha doğrusu, böyle bir şeyin gerçekten var olmasını içten içe çok istiyordu ama buna yönelik somut ve bilimsel bir kanıt bulamıyordu bir türlü. Yine de bir güç vardı ve muhtemelen Orhan’ın içindeydi. Orhan, günde üç ilâ altı kez tüm benliğiyle hissediyordu bu gücü.

Hayatta zevk aldığı – veya hayattan zevk almadığını ona unutturan – tek şey internetti. Dışarı çıkmazdı Orhan. Öğleden sonra uyanır, öğrenci evinin doğası gereği sık sık yaşanan elektrik kesintileri haricinde daima açık olan bilgisayarının başına geçer, sabaha kadar o monitör karşısında yapacak bir şeyler yaratırdı. Mesela gününün üçte biri, Facebook listesine hasbelkader girmiş mutsuz kadınlarla “Seni o kadar iyi anlıyorum ki...” diye başlayıp “Cam var mı?” ile biten – çoğu zaman tek taraflı – sohbetler etmekle geçerdi. Diğer bir üçte birlik kısmını, bilumum sözlüğe zenginlik ve seks güzellemeleri yazmaya harcardı. Kalan zamanınıysa Facebook listesindeki kadınların fotoğraflarını beğenmeye, Youtube’da rastgele videolar seyretmeye, kimsenin bilmediği müzik gruplarını keşfetmeye, dizi izlemeye ve pornoya adamıştı. Bazen de duş alırdı.

O gün, Orhan’ın hayatında yaşadığı en sıradan gün olması açısından çok özel bir gündü. Kişisel klişelerinin tamamını yerine getirmiş, Facebook sohbet listesindeki son çevrimiçi güzel kadın tarafından da az önce engellenmişti. Arkadaşla dolu ekranına boş boş bakıyordu şimdi. Yapacak hiçbir şeyi olmamakla, saatlerini geçireceği bir internet sitesine kanca atmak arasındaki birkaç dakikalık boşluğu yaşıyordu. Birden, gözü bir Facebook reklamına takıldı: reklamda güzel ve mini etekli sarışın bir kadın bacak bacak üstüne atmış, objektife gülümsüyordu. Üstündeyse “Sibel seni arkadaş olarak ekledi,” yazıyordu. Acı acı gülümsedi Orhan. Sonra aklında bir fikir belirdi: herhangi bir sözlüğe “Facebook’taki kadın reklamlarından medet umanlar,” diye bir başlık açabilir; altına cinsel açları ve fakirleri aşağılayan bir yazı döşeyebilirdi. Gelen tepkiler onu en az üç saat oyalar, hatta bir ihtimal eğlendirirdi. Sözlüğü açıp başlık metnini girdi. Altına da uzun olmasını planladığı yazısının ilk cümlesini yazdı: “İnternetin fakirlere ve cinsel açlara yasaklanması gerektiğini bir kez daha kanıtlayan güruh.”

Şimdiden eğlenmeye başlamıştı Orhan. Yüzünde hınzır bir gülümseme belirmişti. İkinci cümlesini yazmak için klavyeye eğildi. Parmakları bir süre klavyenin üstünde, dokunmaya cesaret edemiyormuşçasına havada kaldı. Biraz sonra, hiçbir tuşa basamadan geri çekildi genç adam. İkinci cümleyi düşünmemişti ki? Oysa yazmadan önce düşünmeliydi. Öyle yaptı, birkaç saniye düşündü. Fakat aklına yazıyı vurucu kılacak, bolca tepki çekecek cevval bir fikir gelmedi. En iyisi, reklama tıklamak ve biraz malzeme toplamaktı.

Tekrar Facebook sekmesini açtı ve reklama tıkladı. Daha önce adını dahi duymadığı bir web sitesi, ona yarenlik eden on kadar alakasız pencereyle birlikte açıldı. Neyse ki bilgisayarının zaten ahı gitmiş vahı kalmıştı – virüstü, casus yazılımdı, iplemedi Orhan.

Sitenin yüklenmesi tamamlandığında, ekranın sağ alt köşesinde bir mesaj belirdi: “Hoş geldin,” diyordu Sibel. Orhan yine gülümsedi. Sırf öz-gıcıklığına, “Hoş bulduk,” yazdı metin kutusuna. Enter’a bastı. Siteyi çözümleyebilmek için birtakım linklere tıklamaya başlamıştı ki, Sibel’den “Nihayet!” diye bir mesaj geldi.

“Vay, gerçeksin demek?” yazdı Orhan. Maksadı yapay bir zekayla alay etmekti.
“Gerçeğim tabii. Altı ay oldu, ümitle bekledim cevabını. Nihayet geldin.”
“Madem gerçeksin, söyle bakalım, adım ne benim?”
“Orhan.”

Orhan bir an şaşırdı, sonra bu siteye Facebook aracılığıyla geldiğini hatırlayıp rahatladı: “Profilimde yazmayan bir şeylerden bahset o zaman.”

Orhan ilgilenmiyor görünmeye çalışsa da aslında gözü “Sibel is typing,” cümlesindeydi. O cümlenin yerini Sibel’e ait bir cümleye bıraktığını görmek istiyordu hemen. Nihayet cevap geldi: “Zavallının tekisin.”

“Hakaretin lüzumu yok.”

Orhan nedense bozulmuştu.

“Hakaret etmiyorum, gerçeği söylüyorum. Ben de zavallıyım. Bunda gocunacak bir şey yok,” dedi Sibel.

“Ben zavallıyım da, bir eskort sitesinde erkek müşteri avlayan sen çok mu iyi durumdasın?”
“Ben de onu diyorum ya işte. Ben de zavallıyım. Belki ben daha zavallıyım.”
“Ben en azından kaltak değilim!”
“Ben kaltak değilim! Ben gerçekten sana ulaşmak için bu siteye üye oldum.”

Orhan’ın yüzü değişti: “Nasıl yani?”
Sibel cevap verdi: “Yahu reklamda görünmesi benim tutkularımı geçersiz mi kılar?”
“Ne tutkusu be...”
“Hayata tutunmaya çalışan bir zavallıya, benim gibi olana olan tutku. Bir öğrenci evinde kurulan şövalyelik hayallerine, pornodan gayrı tutulan aşk özlemine olan tutku. Yokluğun verdiği kıymetbilirliğe; sana olan tutku. Benim tutkum, Orhan.”

Orhan’ın elleri titriyordu.

“Benimle kafa bulabilirsin, beni kandırabilirsin. Bu çok kolay bir şey. Sonra bana gülüp ‘nasıl yedi ama,’ deme. Diyemezsiniz de zaten.”
“‘Biz’ kimiz be? Asıl sen benimle kafa bulma,” dedi Sibel. “Ama bir defaya mahsus değil, hayat boyu kafa bulma benimle. Bana hiç yalan söyleme.”

Orhan’ın topografyası da psikolojisiyle birlikte değişmişti. “Neredesin?” diye sordu Sibel’e. Sibel adres verdi. Orhan ev arkadaşlarının deodorantlarıyla duş aldı, parfümleriyle kurulandı. Hemen bir taksi çağırdı (bu kısmı hatırlamıyordu bile) ve Sibel’e gitti.

Adrese vardığında gördü ki, Sibel gerçekten Sibel’di. Çok güzeldi. Gerçi dünyanın bazı coğrafyalarında testosteronun bu seviyesi tavuğu dahi çok güzel olarak lanse edebiliyordu bünyeye, ama burası o coğrafyalardan biri değildi. Burada eşekten berisi çirkin addedilirdi. Oysa Sibel, Orhan’ın rüyasında görebileceği en güzel kadından daha güzel sayılmazdı, fakat yine de hayal edebileceğinden çok daha güzeldi. Bacakları filan vardı Sibel’in.

Sabaha kadar sohbet ettiler. Bir ay sonra evlendiler.

Artık Sibel’in evinde yaşıyordu Orhan. İç güveysinden hallice, fakat gayet güzelce, genişçe... Kendisi hala para kazanmıyor olsa da karısı eve hiç olmazsa ekmek getirebiliyordu. Bir şekilde mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı.

Şimdi Facebook’ta kimseyle sohbet etmesi gerekmiyordu Orhan’ın. Porno sitelere de hayli yabancı olmuştu. Ama bilgisayardan vazgeçmiş değildi. Bilgisayar oyunlarına sarmıştı bu aralar. Hatta az önce bir oyun satın almış, aktivasyon kodu için e-mail’ini kontrol ediyordu.

Gözü bir e-mail’e takıldı. Başlıkta, “Tebrikler, 10 milyon Dolar kazandınız,” yazıyordu. Dalga geçiyor kisvesi altında, normalde asla sahip olamayacaklarına sahip olmanın rahatlığıyla ama çok içerilerde devasa bir umutla, tıklayıverdi Orhan. On dakika sonra, zengin olmuştu.

Sonraki haftalarda Bill Gates’in servetini dağıtmasıyla zenginliğine zenginlik kattı. “Akmasa da damlasın,” düsturuyla tıkladığı “Şeker otomatı kurun, ayda 4000 Lira kazanın,” linkiyle hayatını garantiye aldı. “Hangisi Amerika’nın başkentidir,” sorusuna verdiği “New York” cevabıyla da Yeşil Kart kazandı.

Şimdi tek dileği, Sibel’in rızası olmadan gideceği Amerika’da mutlu olmaktı. Facebook’ta dolanan, “Dileğinizin gerçekleşmesi için bu iletiyi tüm arkadaş listenize gönderin, yoksa öleceksiniz,” mesajını tüm arkadaşlarına forward ederek bu sorunun da üstesinden geldi. Ardında gözü yaşlı bir Sibel bırakarak Amerika’ya gitti Orhan.

Amerika’da ilk birkaç ay çok mutlu oldu hakikaten. Bir kızla tanıştı, Sibel’den bile güzeldi. Adı Amy’ydi. Çok iyi anlaştılar, daha bile iyi seviştiler. Orhan hayatının hayatını yaşıyordu.

Birkaç ay böyle sürdü. Sonra ortaya çıktı ki Amy uyuşturucu müptelasıydı. “Neden ben!” diye sordu isyankar Orhan. “Nedeni sen olman,” dedi tiryaki Amy. Orhan pek zeki sayılmazdı, ama mesajı almıştı. Amy’nin suyuna gitti, hatta ona yardım ve yataklık etti. Tüm parasını Amy’ye uyuşturucu alarak ve onu hapisten kurtararak harcadı.

Amy’nin son tutuklanışında, artık ne onu, ne de kendisini kurtaracak parası kalmıştı Orhan’ın. Sınırdışı edildi, Türkiye’ye döndü. Sonra memleketine, Sibel’e geldi. Doğduğu yer değil, doyduğu yerdi ya... Meğer öyle değildi, Sibel onu küfür ve şiddetle kovdu.

Orhan mecbur, her şeyin başladığı öğrenci evinin kapısını çaldı. Tek gerçek arkadaşı Davut açtı kapıyı. Birkaç saniye bakıştılar. Davut içeri koştu, elinde bir bıçakla geri döndü. Gerindi, Orhan’ın karnına nişan alıp ver etti bıçağı. Neyse ki Emre Davut’un kolunu son anda tuttu. “S.ktir git Orhan! S.ktir git!” diye bağırıyordu Emre. Orhan donakalmıştı. Belki hayatında birçok hata yapmıştı ama, ne Davut’a, ne de Emre’ye bir yamuğu olmamıştı neticede.

“Lan git!” diye bağırıyordu Emre. Davut’unsa çenesi kilitlenmiş, gözleri faltaşı gibi açık, Emre’nin müdahalesine rağmen bıçak savuruyordu Orhan’a. Nihayet konuştu Davut:
“Sen kimsin lan benim Sibel’ime saldıracak!” Bağırmıyordu, seni hırıltılı, boğuktu.

Fakat Emre bağırdı:
“Lan defol, yemin ederim ben öldürürüm seni!”
İçeriden Sibel’in ağlayışı duyuluyordu.

Orhan’ın aklına henüz kaçmak gelmemişti. “Ama ben çok şanslıydım,” dedi Orhan. Çok şaşkındı.

Bunu duyan Davut, deli kuvvetiyle Emre’yi ezip, Orhan’ı delip geçti. Orhan şimdi daha da şaşkın, Davut’un gözlerine bakıyordu.

Şimdi Emre de şaşkındı. Bağırıyordu: “Öldürdün lan! Öldürdün zavallıyı!”

Sibel geldi. Gözleri ıslaktı, fakat müthiş metindi. “Zavallı değil o,” dedi. “Gebersin köpek!”

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Oğlum

Oğlum,

Madem doğdun, hadi kalk yürü!
Olmadı bari dizlerini sürü.
Bil ki koş diye yaptık seni.
Ne kadar kısa tutsan emeklemeyi,
O kadar iyi.
Sonra konuş, “baba” de.
Ama sakın isim verme!
N’olur n’olmaz...
Yaşlı kalbim kaldırmaz.
Kurtulunca memeden,
Açtım toktum demeden,
Balından peteğinden,
Dalından çiçeğinden,
Her türlü nasiplen.
Vakti geldiğinde,
Yazdıracağız bir mektebe.
İyisinden, mümkün mertebe...
Sonraki on iki sene,
Biz veliyiz, sen talebe.
Birkaç seneye fark edeceksin,
Kız değilsin sen, bir erkeksin.
Gün gelecek dövüşeceksin,
Gün gelecek, anlarsın ya,
Sapına kadar sevişeceksin.
Ha, bu arada bacına
Allah korusun, yan bakan olursa,
Kim yarattı, gözetmeden,
Ölümüne girişeceksin.
Hakkını aramayı bil,
Tabii her zaman da değil.
Dişinin geçtiğini sindir ama,
Güçlünün karşısında eğil.
Sonra gir bir üniversiteye.
Ama hak arayacağım diye,
Siyasi olaylara bulaşma.
İlla bulaşacaksan da,
İktidardakinden şaşma.
İdeoloji dediğin kırkına kadar,
Ondan sonrası palavra.
Ayağa kalk Sakarya!
Sen de Levent Kırca,
Ben diyeyim Akbaba...
Böyle yazdım bu mektubu.
N’apsaydım, hepimizin umudu sensin la bebe!
Eh, şimdi top sende.
Her türlü aban.

Baban.