22 Temmuz 2013 Pazartesi

Türk Filmi - Tamirci Çırağı

On dokuzuna bugün basmıştı Hakan. Fakat çıraklık yapmakta olduğu oto tamirhanesinde bu yıldönümü şimdilik pek bir nümayişe sebep olmuş değildi. O dönem Facebook filan yoktu tabii, kim nereden bilsindi Hakan’ın doğum gününü?

Hakan fakir bir ailenin en büyük oğluydu. Babası, o on iki yaşındayken ebediyete intikal etmişti. O günden beri garip, hasta anacığına Hakan bakıyor; dört kardeşini üç kuruşa çıraklık yaparak o büyütüyordu. Bu sırada sabahlara kadar ders çalışmayı, üniversite imtihanlarına hazırlanmayı da ihmal etmiyordu. Bir elinde distribütör kapağı, bir elinde İnkılap Tarihi, çalışıyordu da çalışıyordu. Yedi yıldır böyle devam ediyordu hayatı. Vakitsizlikten ne bir sinema görmüştü bunca yıl, ne de bir kız arkadaşı olmuştu. Bunları düşünüp içinden küfrederken, tamirhaneye bir araba geldi. Gıcır gıcır, kıpkırmızı, son model bir Renault 12’ydi bu. Sürücü kapısı açıldı, içinden bir tanrıça indi.

Hakan kendisini bildi bileli ilk kez bir kadın karşısında böyle ensesinden içeri buz atılmışa döndü. Allah’ım, bu ne güzellikti! Sapsarı saçları, küçücük burnu, derin göğüs dekoltesi ve bir mini etekle altı çizilmiş muazzam vücuduyla bu kadın, şimdiye dek resmini dergilerden kesip hayranlıkla izlemekle kalmadığı kadınlardan bile daha güzeldi. Hatta tüm o kadın resimlerini bir bütün haline getirse Hakan, bu kadın etmezdi. Ki, bir şekilde o resimleri bir bütün haline getirmişti zaten, fakat bu ulvî dakikada bu gerçeği ve yöntemini aklına getirmek istemedi. Ağzı açık, kadını izlemekteydi. Zaman durmuştu sanki. Kadın yaklaştı, yaklaştı... İyice dibine sokuldu:

“Sen aradığım erkeksin. Al beni!” dedi Hakan’a.
“Affedersiniz?”
“Yahu vaktim dar dedikçe herkes üstüme üstüme geliyor. ‘Şunun yağına bir bak,’ dedim!”

Hakan derhal kendisine geldi. Kaputu açıp motor yağına baktı, eksilmişti. Eksiği tamamladı ve kaputu kapattı.

“Tamam mı?” dedi kadın.
“Tamam.”
“Ne kadar?”

Hakan bir şey diyemedi. Hayatının aşkını bulmuştu, bir de para mı isteyecekti? Bunları düşünürken kadının eline tutuşturduğu parayı fark etmedi bile.

“Al, elli Lira.”

Hakan elindeki paraya baktı. Gülümsedi. Bugünlük nevalesini şimdiden doğrultmuştu. Üstüne bir de hayatının aşkını bulmuştu! O sevinçle, “Bugün benim doğum günüm,” deyiverdi ve bu söylediğine kendisi de şaşırdı. Kadının gülümseyen mavi gözlerinde kaybolmuştu.

“Kutlu olsun,” dedi kadın.
“Eee?” dedi Hakan.
“Ne ‘eee’si? Daha para mı istiyorsun? Allah gözünü doyursun!”

Para mı? Para neydi ki şu an hissettiklerinin yanında? Aşka düşmüş, yanıyordu; gözü para mı görürdü şimdi? Ayrıca tam bir günde alacağı bahşişi öğlenin 11’inde almıştı zaten. Gücendi Hakan. Dünyadaki her şeyin para olduğuna inanmış bu şımarık güzel kıza hak ettiği cevabı sağlamından bir laf sokarak vermek istedi:

“Dünyada her şey para mı sizin için?”
“Değil.”

Buna bir cevap hazırlamamıştı Hakan:

“Bence de değil. Yani, daha önemli şeyler var tabii sonuçta.”
“Tabii var. Yalnız, benim de bayağı acelem var. Gitmem lazım.”
“Adını bahşetsen?”
“Gülin. İyi günler.”

Gülin arabasına yöneldi.

“Dur!” diye seslendi Hakan. “Senden çok hoşlandım. Çok güzelsin.”
“Allah razı olsun.”
“Akşam boş musun?”

Hakan bunu söylerken sağ gözünü kırpmıştı.

“Öööf! Hadi, eyvallah!”

Hakan bu cevaba hayli bozuldu:

“Sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına dökülen akla biter!”
“Burada bir kara sevda başlamadan biter. Baaay!”

Gülin taktı geri vitese, o fade-out’lu türko-sinematografik Renault 12 sesiyle bastığı gibi gitti. Hakan tüm fakirliğiyle kalakalmıştı.

Kim bilir kime gitmişti Gülin. Hakan düşündü: fekaret böyle bir şeydi işte. Her şeyi doğru yapsan da her şeyi yanlış yapan zenginin yanında bile bir hiçtin. Ayrıca “fekaret” diye bir sözcük gerçekten var mıydı? Bakirlik bekaret ise fakirlik de fekaret idi gerçi. Öyle olmalıydı. Yoksa da vardı artık bu kelime. Genç Hakan buna kanaat getirmişti. O an karar verdi: üniversiteyi kazanmalı, saygın bir meslek edinmeli ve çok zengin olmalıydı.

Dört ay sonra üniversite sınavına girdi Hakan. Sonuçlar açıklandığında, kazanmışlığın yakınına bile uğrayamadığını, aldığı pespaye puanla barajı dahi aşamadığını öğrendi. Neyse ki geçen dört ayda, bir üniversitenin verebileceğinden çok daha faideli bilgiler edinmişti. Mesela, motor yağı değişimi için altmış, fren balatası için yüz elli Lira; artık mahir hale gelmiş bir tamirci olarak rektifiye için üç bin Lira isteyebilir ve bunu patronuna bildirmeyebilirdi. Ayrıca yan sanayi parçaları orijinal diye kakalamak, hatta “değiştirdim” deyip aslında değiştirmediği parçalar için yüzlerce Lira talep etmek gibi geniş bir hareket alanı vardı.

Hakan, böyle böyle kenara üç beş kuruş koymaya başladı. Yevmiyeye olan bağımlılığı azaldıkça daha özgüvenli, daha cesur, işinde daha başarılı hale geliyordu. Üstelik, tamirhaneye de daha çok kazandırır olmuştu. Birkaç ay sonra, atölye sahibi, onu ustabaşı yaptı.

Ustabaşı olunca Hakan, kenara daha çok para koyma fırsatını buldu. Bir yıl geçmeden işten ayrıldı ve biriktirdiği sermayeyle kendi tamirhanesini kurdu. İki yıl sonra yetkili servislik aldı. Üçüncü yıl dolduğunda, nihayet, otomotiv yan sanayiinin önde gelen iş adamlarından biri haline gelmişti.

Tüm bu süreçte Gülin’in de kim olduğunu öğrenmiş, onu yakından takip eder olmuştu. Gülin, büyük bir holding sahibinin – gerçekten de şımarık – tek kızıydı. Fakat bir önceki yıldan itibaren, babasının sahibi olduğu holding büyük zarar etmeye başlamış, Hatta iflasın eşiğine gelmişti. Gazetelere bakılırsa, babası her şeyini kaybeden Gülin, şu sıralar berbat halde olmalıydı.

Oysa Hakan artık çok zengindi. Her zengin gibi şimdi o da sapkın partilere katılıyor, alkol ve uyuşturucunun dibine vuruyordu. Seda’yla da bu partilerden birinde tanışmıştı.

Seda naif bir kızdı. Hakan’a ihtiyacı olan her şeyi veriyodu. Sevgi, ilgi, sadakat, cinsellik, oedipus... Fakat Hakan’ın gözü hala Gülin’den başkasını görmüyordu. Gülin’le bir kez daha karşılaşmak ve bu kez vuslata ermek için yanıp tutuşuyordu. Ve bu durumdan Seda da haberdardı. Çok üzülüyor, fakat sesini çıkartmıyordu. Hakan’ın, değerini gerçekten takdir edeceği günü bekliyordu.

Bir sonbahar günüydü. Hakan, işçilerini teftiş etmek için yönetim katından atölyeye inmiş, kaputu açık, tekerleksiz otomobillerin arasında ağır ağır dolaşıyordu. Birden, içeri bir Renault 12 girdi. Kırmızıydı. Hakan’ın Renault 12’ye duyarlı dikkati derhal oraya yöneldi. Yıllar önceki gibi gıcır gıcır değildi ama, o arabaydı bu. Bir kez daha açıldı kapısı. Ve içinden bir kez daha Gülin indi. Bir kez daha çok güzeldi. Hala Gülin idi.

Hakan farkında bile olmadan Gülin’in bir adım önüne kadar yaklaşmıştı. Büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Bir süre bakıştıktan sonra Gülin:

“Siz...” dedi.
“Evet, ben. Dört yıl önce fakir olduğu için reddettiğin çırak parçası!” dedi Hakan. Neyse ki içinden demişti bunu. Dışından, “Evet...” diyebildi.
“Osunuz, değil mi?”
“Hm hm...”
“Çok güldük o gece. Kusura bakmadınız inşallah?”

Hakan anlamamıştı:

“Güldünüz mü? Neye?”
“Restoranda düştünüz ya... Off, aklıma geldikçe gülüyorum. Bir de kalkarken masayı devirmeniz...”

Hakan hatırladı. Lan hadi Seda’ya ağır rezil olmuştu o gün de, Gülin de mi oradaydı?

“Ben de kendime çok güldüm sonra,” diyerek usta bir manevrayla geçiştirdi Hakan. Gülin’in kendisini bu şekilde hatırlıyor olması fenaydı.

“Neyse. Direksiyon biraz sağa çekiyor. Onu göstermeye geldim,” dedi Gülin.
“Tamam, çocuklara söylerim, bakarlar şimdi.”
“Yalnız acelesi var. Arabayı satışa çıkarttım da, eksiğini gediğini halledip öyle vereyim istiyorum.”

Demek Gülin hakikaten zor durumdaydı. Demek babası iflas bayrağını çekmişti. Demek artık gerçek bir şansı vardı Hakan’ın.

“Hayır Gülin,” dedi Hakan. “Bu arabayı satmayacaksın.”

Gülin şaşkındı:

“Birincisi, adımı nereden biliyorsunuz? İkincisi, arabamı niye satmayacakmışım?”

Hakan gülümsedi:

“Birincisi, yıllar önce benim çırak olarak çalıştığım tamirhaneye gelmiştin. Sana o saniye aşık olmuş, adını sormuştum. Sen de söylemiştin.”
“İlginç.”
“Fakat sonra, görüşme teklifimi geri çevirmiştin. Bir çırak parçası olduğum için konuşmaya bile layık bulmamıştın beni. Hatırladın mı?”
“Evet, şimdi hatırladım.”
“Hoş, seni suçlamıyorum: tabii bana bakmayacaktın, tabii hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna beni bırakıp gidecektin. Tabii, kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme dönecektin!”
“Dinliyorum?”
“Gelelim ikinci soruna... Bu arabayı satmayacaksın Gülin. Çünkü artık ben çok zenginim. Baban iflas etmiş olsa bile sana aynı gamsız saadeti yaşatmaya ben devam edeceğim.”
“Ciddi misin?”
“Çok ciddiyim hem de.”

Hakan tekrar gülümsedi. Kollarını açıp Gülin’le arasındaki bir adımlık mesafeyi kat etti. Tam ona sarılacaktı ki, Gülin onu itti:

“Bir dakika.”
“Evet?”
“Şimdi, beyefendi...”
“Hakan.”
“Şimdi, Hakan, öncelikle ben nişanlıyım.”

Hakan yıkılmıştı:

“Hayır!”
“Evet.”
“O zengin piçi sana ne vaadediyorsa, on katını, milyon katını ayaklarına sererim Gülin!”
“Zengin filan değil. Babamın çaycısı.”
“Çaycı mı? O kadar mı düştün?! Hayır, Gülin! Seni bu korkunç mukadderattan kurtaracağım. Güven bana. Babanın artık beş parasız oluşu seni böyle sefil bir geleceğe mahkum etmeyecek!”
“Hah, ben de o konuya değinecektim. Babam iflas etmiş filan değil. Şirket kurtuldu, hatta şu sıralar genişliyor çok şükür.”
“Nasıl yahu? O zaman niye bir çaycı parçasıyla nişanlanıyorsun?”
“Düzgün konuş. Aşığım ben Suphi’ye. İki ay sonra da evleniyoruz.”
“Hayda...”
“Ne hayda?”
“E madem çaycıyla bile evlenebiliyordun, o zaman dört sene evvel beni niye reddettin Gülin?”
“Çünkü... Kişisel alma sakın ama... İnanılmaz iticisin, Hakan.”
“Ve?”
“Lütfen yanlış anlama, bir de karakterin beş para etmez.”

Hakan bir süre hiçbir şey söyleyemeden Gülin’e baktı. Başı, hissiyatını dışavuracak tek kelimeyi arar gibi hafif hareketlerle sağa sola gidip geliyordu. Titrek bir sesle:

“Demek öyle,” dedi.
“Aynen öyle, Hakan.”
“Ben de bunca yıl suçu kendimde, fakirliğimde aramıştım. Şimdiyse... O kadar mesudum ki... Gülin, bana bir konuda söz vermeni istiyorum.”
“Nedir?”
“Mutlu olacaksınız.”
“Sana niye söz veriyorum yahu? Allah Allah! Manyak mıdır nedir!”

Gülin hışımla arkasını dönüp arabasına atladı. Motoru çalıştırdı ve gitti. Hakan hüzünlü fakat mütebessimdi.

“Mesut ol Gülin’im,” dedi titrek dudaklarının arasından. İçi huzur dolmuştu. Demek Gülin, Hakan’ın fakirliğini hiçbir zaman sorun etmemişti. Fakir olduğu için sevgisini ondan esirgemiş değildi. Hayatının uktesinin üstü böyle tatlı bir kapakla örtülmüştü artık. Artık yarınlara, kendi geleceğine bakabilir; payeyi, kıymetini gerçekten bilenlere verebilirdi. Birden aklına geldi: Seda... O güzel, o masum, o cefakar kız... Odasına çıktığı gibi ceketini giydi ve hususi otomobiline atlayıp eve doğru yola çıktı. Yıllar sonra ilk kez gerçekten gülümsüyordu.

“Kim o?”
“Benim aşkım!”

Seda kapıyı hayret ve mutluluk dolu gözlerle açtı. Hakan’ın uzattığı koca bir buket çiçeği görünce şaşkın sevinci bir kat daha arttı.

“Hakan!”

Sarıldılar.

“Seda’m... Seni çok seviyorum!”
“Ben de seni Hakan! Ben de seni... Çok, ama çok seviyorum!”
“Benimle evlenir misin?”

Seda mutluluk sarhoşu olmuştu. Çığlıkla karışık:

“Evet aşkım, evet!”

Bir kez daha sarıldılar, uzun uzun öpüştüler. Bir an oldu ki, Seda Hakan’daki bu ani değişimdeki tuhaflığın, Hakan’sa bu duygu selindeki manasızlığının farkına vardı. Öpüşmelerini usulca, fakat hiç bozuntuya vermeden noktalayıp; karınlar bitişik, göğüsler arası mesafe yirmi santimetre olacak ve göz teması sürdürülecek şekilde birbirlerinden uzaklaştılar. Tebessümler bakiydi, fakat kız tarafında şüpheci, erkek tarafında hafif bezgin olacak şekilde yeniden düzenlenmişti.

“Bu güzel sürpriz nereden çıktı, aşkım?” dedi Seda.
“Beni niye seviyorsun, Seda?”
“Hmm...”

Seda biraz düşündü. Soru zaman aşımına uğrayacakken Hakan devam etti:

“Beni ben olduğum için seviyorsun değil mi? Yakışıklı olduğum için değil, zengin olduğum için değil, ben olduğum için.”
“Aşkım... Yakışıklı filan değilsin ki, nasıl böyle bir şeyi düşünebilirsin?”

Hakan bayağı bozuldu, fakat renk vermedi:

“Ama zenginim?”
“Evet, zenginsin. Sen zenginsin ve ben seni sen olduğun için seviyorum.”
“Yani?”
“Ben seni her özelliğin için seviyorum Hakan. Bu özelliklerden birine sahip olmasan sen olmazdın ki? Mesela dürüstlüğün, mesela şefkatin, mesela zenginliğin...”

Hakan’ın mutluluktan gözleri yaşardı yaşaracaktı. Bir kez daha ve bu kez daha sıkı sarıldı Seda’ya. Ne para, ne pul, ne de para pulla gelecek aşk gerçek mutluluğu getirebilirdi. Gerçek mutluluk işte buydu. Onu seven, onun her zaman arkasında olacak bir dost, bir sevgiliydi gerçek mutluluk.

Geçen dört yılı düşündü Hakan. Aşkı için zengin olmak zorunda kalmıştı ve o da hiçbir işe yaramamıştı. Meğer saadet hep yanıbaşındaydı. O halde ne gerek vardı tüm bu çabaya, çalıp çırpmaya, hak yemeye? “Hemen şimdi gidip atölyeye kilit vuracağım,” dedi içinden. “Başkaları için daha fazla mutsuzluk yaratmadan bu işe bir son vereceğim.” Bir süre huzurla gülümsedikten sonra birden, “Yok lan,” dedi. “Şahane ciro getiriyor dükkan. Kapatmak olmaz. Böyle iyi.”

Seda’ya sarılıyordu hala.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder