15 Nisan 2014 Salı

Kafesler

Kafes içinde kafes içinde kafes. En dıştaki, bildiğin hücre. Ortadakinin parmaklıkları adamın içinden geçiyor. En içteki, adamın içinde.
Hepsinin uzaydaki konumu mutlak. Adam içindeki kafese razı olsa bile içinden geçen kafesi atlatamayacak. Onu aşacak olsa, en iyi ihtimalle hapiste. 
Zaten en ufak hareket etse, iç kanayacak. Az daha hareket etse dış kanayacak. Çok hareket edebilene kadar yaşamayacak.
Kaldı ki, en dış kafesin dışı da hiçlik. Ne varsa en iç kafesin içinde. Ama o da kafes içinde işte. Anahtarlar kimde? Anahtarla bile, tek çare cerrahi müdahale.
Ama cerrah dışarıda. Ve dışarıda hiçlik. Tam piçlik.
Ne zamandır burada? Zaman nedir burada? Ve herkes böyle mi yaşıyor? Adam bunu düşünüyor.
Yıllar geçiyor, günler geçiyor, hattâ saniyeler geçiyor. Beyninden düşünceler geçiyor, korkular geçiyor, cinnetler geçiyor; ama etinden parmaklıklar geçiyor. Beyin önce eti biliyor. Kaslar beyne riayet ediyor. Yani hiçbir şey yapmıyor.
Yıllardan bir yıl, veya saniyelerden bir saniye, bir şey oluyor. Öyle bir şey oluyor ki, hiçbir şey olmuyor.
Ve yine asırlar birbirini kovalıyor.
Belki birkaç salise sonra, birden, yine bir şey oluyor. Bu kez öyle bir şey oluyor ki, bir şey oluyor. Bir adam beliriyor yeşil kıyafetleriyle. Anahtarıyla dış kafesi açıyor. Hiçlik yok oluyor.
Hiçlik hiç var olmamış gibi şimdi. Her şey var. Geçmişten şimdiye kadar. Geleceğe dair ümit bile var. Sahi, üç kat hapsedilmiş o adam kimdi?
Cerrah şimdi ortadaki kafesin parmaklarını kesiyor kıl testeresiyle. Adamın beyninin ta ortası kaşınıyor sürtünme sesiyle. “Elin değmişken,” diyor, “kaşıyıversen şu beyni?” “Hay hay,” diyor cerrah. Dayıyor kelleye kıl testereyi.
Çok acıyor adam. Cerrah acımıyor. Sürtüyor testereyi ileri geri. Kaşıntı ilk hamleyle geçti halbuki. Ama bir şey diyemiyor gariban. Nasıl desin? Beyni kesildi.
Cerrah insaflı çıktı. Bilinçsiz hastasının beynini kaşıdı. Sonra kafayı toparladı. Orta kafesin parmaklıklarının sonuncusu kesilirken, adam uyandı. “İyi geldi ha,” diyor şimdi. Yine iyi dayandı.
Dış kafes açık, orta kafes kesik. Orta kafesin izdüşümü hâlâ adamın gövdesinde. Ama olsun, onun keyfi yerinde.
“Bir kafes daha var,” diyor adam, “göğüs nahiyemde. Beni ondan da kurtar.”
“Olmaz,” diyor cerrah. “Senin gibilerde kalbe yaklaştıkça risk de artar.”
En iç kafesten de kurtulması kaydıyla, cerraha çok şey vadediyor adam. Kafessizliğin kayıtsızlığıyla, çok şeyden kastını soruyor cerrah. Kafes nefesin zıt anlamlısı adama göre. Buna da mı gerekiyor izah?
“Aç şu kafesi. Dışarı çıktığımda sana hiçbir şey veremeyebilirim. Ama artık her şeyi verebilirim. Daha makbul değil mi?”
“Değil,” diyor cerrah. Adam anlamıyor. Anlamasın da zaten. Doktorlar saçmalar mütemadiyen.
“Hiçbir şey her şeydi saniyelerce. Şimdi her şeysiz kalsam senelerce, onunla aşık atamaz. Bu nasıl anlaşılamaz?”
Ve cerrah ikna oluyor. Her şey çok güzel şey çünkü. Tahsil edeceğinden değil, iyiliğinin dünyevi bedelini hesaplıyor. En iç kafesinden böylece kurtuluyor. O, adamı anlıyor aslında. Muhtemel ki adam onu anlamıyor.
Adamın göğsünü yarıp açıyor en iç kafesin kapısını. Şimdi ikisi de en iç kafessiz. Adam narkozda, bilinçsiz. Duruyor.
Şimdi göğsü kapatsa olmaz. Çünkü kafesin içinde artık ne varsa, dışarı çıkamaz. Göğsünü de açık bırakıyor. Yıllar geçiyor.
Adam her şeyden enfeksiyon kapıyor. Ve ölüyor.
Son kafesini açıyor, son nefesini veriyor.
Cerrahsa, kendi son kafesini açtığını sanıyor. Halbuki bir kafesi daha var.

3 yorum: