1 Mayıs 2013 Çarşamba

576 Numara

Sabahın köründe, son model cep telefonumun ısrarlı çalışına daha fazla direnemeyerek uyandım. Telefonu açıp “alo,” dedim (veya “alo”ya benzer bir şeyler homurdandım). Hattın öbür ucundaki ses, “selamunaleyküm,” diye söze girdi ve “aleykümselam,” dememi beklemeden devam etti:

“Bilecik’e ilk otobüsünüz ne zaman?”

Ne Bilecik’i? Ne otobüsü? Sabahın kör saatinde bu herif neden bahsediyordu böyle?

“Yanlış numara oldu herhalde,” dedim. Başparmağım telefonun “kapat” düğmesine temas etmişti ki, adamın hemen pes etmeye niyetli olmadığını anladım:

“Pardon, 215 38 41 değil mi?”

“Değil,” diye cevap verdim. Takip eden bir saniyelik sessizlikte, adamın bir cümle daha kurma çabasında olduğunu sezdim. Buna müsaade edemezdim. “İyi günler,” deyip telefonu derhal kapattım.

Telefonun ekranına baktım, üç cevapsız çağrı daha vardı. Üçünün de az önceki müstakbel yolcu olduğunu görünce, ilk kez, sinirlenmek geldi aklıma. Bir insan bir kez karıştırabilirdi, hadi belki en fazla ikinci kez karıştırabilirdi. Fakat üç kez yanlış kişiyi aramak için basbayağı debil olmak lazımdı. Hayır, benziyor olsak neyse... Ben 215 28 41’dim, adamsa 215 38 41’i arıyordu. 38 41’le aramızda 1000 numara vardı! Bu herif kim oluyordu da beni bir otobüs yazıhanesinde çalışan herhangi biriyle karıştırabiliyordu?

Gözüm ekranın sağ üst köşesine kaydı. Saat 8’i 20 geçiyordu. Yani işe geç kalmama sadece kırk dakika kalmıştı. Alarmımı kurmayı unuttuğum bir gecenin sabahında, beni bu saatte uyandıran 341 56 12’ye olan öfkem, yerini bir çeşit ilahi minnettarlığa bıraktı. Hemen yataktan fırladım, hazırlandım ve koşarak evden çıktım. Tam kendimi apartmandan da dışarı atıyordum ki, apartman girişinde, panoya asılı aidat listesinin önünde dikilmekte olan üst kat komşumla karşılaştım. Kadın bana bakıp gülümsedi:

“Merhaba,” dedi. “Ben 6 numara.”

Bunu bilmediğimi mi sanıyordu? Beni komşusunu yolda görse tanımayacak sıradan modern insanla mı karıştırıyordu?

“Merhaba,” dedim. “Biliyorum. Ben de 4 numara.” Başıyla onayladı kadın.

“Neredeyse yaz geldi, merkezi ısıtmaya verdiğimiz paraya bakın...”

“Öyle,” dedim. “Esasında en güzeli kombi sistemi. 2 numara da şikayetçi aidatlardan. Belki bir sonraki apartman toplantısında apartmanca karar alır, kombi sistemine geçeriz.”

“N’apacaksak kış gelmeden yapalım da...” dedi kadın. “Neyse, iyi günler.”

Ben acelemin ortasında kadını rencide etmemek için beklentili, çözüm önerili tirat atayım, kadın “tamam, sıktın,” dercesine kısa kessin! Üstelemedim, sertçe “iyi günler,” deyip ölçülü bir hınçla sokağa çıktım. 6 numara bu tavrımdan gerekli dersi almış olsa gerekti.

Halen borcunu ödemekte olduğum arabam – umduğum üzere – dün park ettiğim yerde duruyordu. Binip çalıştırdım ve çalışmakta olduğum çağrı merkezine doğru yola çıktım. Merkeze iki dakikalık yolum kalmıştı ki, telefonum çalmaya başladı. Numara tanıdık değildi, ve her gün işe on beş dakika erken gelen ben, geç kalmak üzereydim. Patron arıyor olabilirdi. Muhasebe arıyor olabilirdi. Her halükarda, başım dertte olabilirdi. Korka korka telefonu açtım.

“Alo?” dedim en kibar tonumla. Telefondaki ses:

“Alo?” dedi.

“Evet, alo! Ben de onu diyorum. Şimdi lütfen sadede gelirsen!” diye bağırdım hattın ucundaki erkek sesine. Ama içimden. Bunun dışa yansıması, “Buyrun?” şeklinde oldu.

“Kocaeli’ne doğrudan seferiniz var mı?” diye sordu adam.

Haydaaa!

“Kardeşim, ben yazıhane memuru değilim. Ben 215 28 41’im. Sen 38 41’i arayacaksın!”

Telefonu kapatır kapatmaz, az önce yanından geçtiğimi şimdi anımsadığım polis arabasının sirenini ve hoparlöründen yayılan “1741, sağa çek!” emrini duydum. 1741 bendim.

Mecbur, sağa çektim ve beklemeye koyuldum. Birazdan, dikiz aynasından, rahat tavırlarla yaklaşmakta olan trafik polisini gördüm. Tam da tahmin ettiğim gibi bir tipti: kendisine aşırı güvenli, devletten aldığı yetkiyle vatandaşı elinde oyuncak olarak gören umursamaz, lalettayin bir genç! Zaten doğru düzgün biri olsa, bana kısaca “1741” diye seslenme cüretinde bulunmaz, adam gibi “34 AG 1741” şeklinde hitap ederdi.

“Küçük dağları ben yarattım” polisi birkaç adım mesafeye kadar yaklaşınca, camı indirdim. Rahattım, çünkü herhangi bir kural ihlali yapmadığımdan emindim.

“Buyrun?” dedim.

“Ehliyet ve ruhsat rica edeceğim.”

“Buyrun,” dedim ve evraklarımı verdim.

“Söylememe gerek var mı, bilmiyorum. Seyir halinde cep telefonuyla konuşuyordunuz.”

Bunu tamamen unutmuştum!

“Ah, evet,” dedim.

“73 Lira ceza yazacağım.”

Tek istediğim bir an önce gazlamak ve çok geç olmadan merkeze varmaktı.

“Peki.”

Polis cezamı kesti ve bana verdi. Daha dikkatli olmam gerektiği telkininde bulundu ve beni uğurladı. Hiç hesapta yokken 73 Lira’mdan olmuştum. Kira, arabanın taksidi, aidat derken zaten ayın sonunu ucu ucuna getiriyordum! Belki rica etsem, avucuna üç beş bir şeyler sıkıştırsam cezadan yırtardım ama bu riskliydi ve zaman alırdı. Üç kuruş tasarruf edeceğim diye işe geç kalıp maaşımdan olmam işten değildi.

Bu düşüncelerle çağrı merkezinin önündeki otoparka kadar geldim. Her zamanki gibi otoparkçı karşıladı beni. Anahtarı üzerinde bırakarak arabadan inip otopark kulübesine doğru yürümeye başladım. Park etme işi, valeye aitti.

Kulübenin önüne vardığımda, otoparkçı beni hemen tanıdı:

“1741, değil mi?”

“Evet,” dedim.

Merkezde çalıştığım iki sene boyunca hep bir “otopark ücretsiz olacakmış,” muhabbeti döndüğü için, otoparka abone olmamıştım. Otopark ansızın ücretsiz olabilirdi ve ben o ayın parasını peşin ödemiş olabilirdim.

Otoparkçı bana, üstünde “373” yazan küçük, kare şeklinde bir kağıt verdi. Teşekkür ettiğim gibi, koşarak merkeze yollandım.

Ana kapıdan girdim, metal dedektöründen geçtim ve turnikeye doğru atıldım. Saat tam 9:00’dı. Turnikede kartımı okuttuktan bir saniye sonra saat 9:01 oldu. İşte, yine geç kalmamıştım! Disiplinimle gurur duysam da, bir daha böyle bir adrenalin yağmuru yaşamak istediğimden emin değildim.

Katıma çıktım. 100... 110... 111, 112... ve işte, 113. Masama geçtim, kulaklıklarımı taktım ve beklemeye koyuldum. Bir dakika geçmemişti ki, hattım çalmaya başladı.

“İyi günler, ben Cenk. Nasıl yardımcı olabilirim?”

Adım Cenk filan değildi tabii ki. Ve hattın diğer ucundaki müşteri, gerçek adımı asla öğrenemeyecekti. Bu, tüm çağrı merkezi çalışanlarına olduğu gibi bana da kışkırtıcı bir gizem duygusu tattırıyordu.

“Müşteri numaranızı rica edeceğim?”

Bir arama, on arama, elli arama derken, öğle tatiline girdik. Nedendir bilmem, iki yılda 112 ve 114’le çok yakın arkadaş olmuştuk. Her gün olduğu gibi o gün de yemeğe birlikte indik. Yemek dönüşü, 100’den 120’ye kadar olan tüm çalışanlar müdüriyete çağrıldık.

Müdür, hepimizin ne kadar değerli çalışanlar olduğuna, çalıştığımız süre boyunca firmaya ne büyük bir artı değer kattığımıza dair kısa ve dokunaklı bir konuşma yaptıktan sonra, asıl konuya girdi:

“Arkadaşlar, maalesef bir ekonomik krizdeyiz.”

Konu anlaşılmaya başlamıştı. Herkes bir kat daha büyük bir heyecanla, gittikçe daha yalvarır hale gelen gözlerle müdürün ağzının içine bakar olmuştu.

“Bu yüzden, küçülme kararı almış bulunuyoruz.”

Acaba hepimiz mi kovulmuştuk?

“Aranızdan, çift sayı olanlara maalesef teşekkür etmek zorundayız.” Ve saymaya başladı: “Yani 100, 102, 104...”

Rahatlamıştım.

“...110, 112, 113, 114, 116...”

113 mü? Ben çift sayı değildim ki!

“...ve 120 numaralı arkadaşlarımıza, firma adına, hizmetleri için çok teşekkür ediyorum.”

Ama ben çift sayı değilim! Tek sayıyım ben!

“Muhasebeye gidip istifa dilekçelerinizi imzalamanız gerekecek.”

Ben tek sayıydım ve çift sayılarla bir tutulurcasına işten çıkartılıyordum! Hayatım boyunca haksızlığa hep tahammülsüz olmuştum ve o an, bana yapılan bu büyük haksızlığı da karşılıksız bırakmamaya karar vermiştim.

Muhasebede, kıvılcımlar saçan bir hışımla imzaladım istifamı, ve finans müdürünün adeta yüzüne fırlattım. Yalnız kağıt, aerodinamik yapısı gereği tam ters istikamete yönelip usulca yere kondu. Eğilip aldım, finans müdürünün masasına koydum. Gözü bilgisayarının monitöründeydi, görmemişti hışmımı. Üstelemedim.

“Yolun açık olsun,” dedi finans müdürü. Herhangi bir hitap kelimesi kullanmadı, çünkü muhtemelen benim 113 olduğumun farkında bile değildi.

Muhasebe odasından çıktığımda, tüm beynime bu düşünce hakim olmuştu: hiçbir önemim, özelliğim; hiçbir ayrıcalığım yok muydu benim? Herkes miydim ben? Yani herhangi biri miydim? Hiçkimse miydim yani?

Otobüs yazıhanesi diye beni arayanlar için herhangi bir telefon numarasıydım. Polis için bir plakaydım. Müdüriyet için, herhangi bir çift sayıydım. Tek sayı olmama rağmen! Allah için, ben neydim? Peki ben Allah için neydim?

Eşyalarımı toplamak için masama döndüm. Yıkkındım. Herkes yıkkındı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çift sayı olanlar, toparlanıyordu.

N’apacaktım şimdi?

Çerçeveli aile fotoğrafımı sırt çantama attım.

Kira, araba borcu, aidat... Takvimi alsam mı? Yok, onların takvimine kalmadım ben.

N’apacaktım? Bir de trafik cezası çıkmıştı şimdi.

Sürpriz yumurtadan çıkan biblomu pantolonumun cebine sokuşturdum. Cebimde, elim bir kağıda denk geldi. Geçen hafta aldığım piyango biletiydi bu. Çıkartıp şöyle bir baktım, sonra cebime geri koydum. Çekiliş yapılmış olmalıydı ve kazanma ihtimalim 31 milyonda birdi. 31 milyonda 30 milyon 999 bin 999 gibi yüksek bir oran olan kaybetme ihtimalime rağmen, şu durumda bunu da kaybetmek çok koyardı. En iyisi eve gitmek, kendimi toparlamak ve evde kaybetmekti.

Nasıl oldu bilmiyorum, kendimi 113 numaralı masanın sandalyesinde, bilgisayarın başında buldum. Hatta Milli Piyango’nun sitesine girmiş, bilet numarasını yazmıştım bile: 6718314. “Sorgula” düğmesine tıkladım. Ve...

...büyük ikramiyeyi kazandım.

Mutluluktan ziyade, bir aydınlanmaydı ilk hissettiğim: herkes için bir numaraydım. Fakat kimse için 1 numara değildim ve kimse için bir numaram yoktu. Mutluluk, bu aydınlanmadan sonra geldi: piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmıştım! Demek ki Allah için özeldim. Demek ki Allah beni ben olarak tanıyordu ve tüm yaşadıklarımın üstüne, beni teselli etmek için, bana bu piyangoyu kazandırmıştı. Ben O’nun için herhangi biri değil, 6718314’tüm! Bu gerçek, büyük ikramiyeyi kazanmış olmaktan daha çok sevindiriyordu şimdi beni. Evet, yaradan için, herhangi bir numaradan fazlasıydım ben!

“Görüşürüz millet!” diye veda ettim topluca. Veda etmeden ayrılamazdım çünkü. “Parayı buldu, şımardı,” dedirtemezdim kendime. Doğruca otoparka koştum.

Otoparkçı, somurtkan:

“Kaçtınız siz?” diye sordu.

“1741,” dedim, yüz kaslarımı zorlayan tebessüme engel olamayarak.

“Yok, şey olarak kaçtınız?”

Anlamıştım, sabah verdiği kağıttaki numarayı soruyordu. Arka cebimden kağıdı çıkartıp baktım.

“373.”

Otoparkçı, valeye seslendi:

“373’ün arabasını getir!”

Çok geçmeden, arabam köşeden belirdi. Bu arabayı son görüşüm olsun istiyordum şimdi. Borcunu kapatıp bir an önce satacak ve altıma spor bir araba çekecektim.

Gerçi bu da, iyi kötü, şimdilik ayaklarımı yerden kesiyordu. Atladım, bastım gaza. Yüzümde güller açmıştı. Sabaha nispetle şimdi daha akıllı hissediyordum kendimi. Hatta daha zeki, daha yakışıklıydım artık.

Galiba yeniden doğuşlar da insanoğlu üzerinde ölümlere benzer bir etki yaratıyordu: önce ne olduğunu fark etmiyordun, sonra birden dank ediyordu her şey. Sefil veya vezir oluyordun sonra.

Kovulduğum için, iş çıkış saatinden önce çıkmıştım. Dolayısıyla yol bomboştu ve sağ ayağımı arabanın zeminine yapıştırmıştım.

Telefonum çalmaya başladı. Alıp açtım. Sesimdeki neşeye mani olamıyordum:

“Efendim?”

“Kardaş, Bursa otobüsüne bir bilet ayırtacaktım,” diyordu ses. Güldüm.

“Bilet kalmadı kardaş,” diye cevap verdim.

“Tek kişilik de mi yok?”

“Yok, tek kişilik de yok,” derken, karşımda bana yaklaşan bir çift farı idrak ettim. Odun yüklü kamyon bana selektör yapıyordu.

Refleksle sağa kırdım.

Neden sonra kendime geldiğimde, hala arabamdaydım. Etrafımda bir kalabalık, önümde bir ambulans... Takla atmış arabamın içinde, yolun ortasında ters durduğumu fark ettim. Tüm ağırlığım boynumun üstüne binmişti, fakat ağırlığımı hissetmiyordum. Aslında hiçbir şey hissetmiyordum. Fakat her şeyi duyuyor ve görüyordum.

“Bunu tanıyorum ben,” dedi, bakamadığım yerden gelen bir ses. Nedense mutlu oldum, fakat gülümseyemedim.

“1741 işte, sabah seyir halinde telefonla konuşmaktan ceza yazmıştım.”

Demek o polisti bu.

“Ölmüş galiba?”

“Ölmedim,” diyemedim.

Sonra telsizle birtakım numaralar birtakım koordinatlara çağrıldı. Sonra ben yine kendimden geçmişim.

Gözümü açtığımda bir hastane odasındaydım. Aslında galiba ben açmamıştım, kendiliğinden aralanmıştı gözlerim. Ben açmış olsaydım, yine ben kapatabilirdim herhalde. Kapının dışından bir haykırış duydum:

“226 nerede?”

Annemin sesiydi bu.

“Burası,” dedi meçhul bir ses. Annem, babam ve kardeşlerim daldı içeri. İlk evlattım ben. İlk evladın acısı da ilkliği nispetiyle büyük oluyordu. Bakıp göremesem de, sesini duymakta olduğum en küçük kardeşim canlandı gözümde: hep bir cep telefonu olsun isterdi. Ayağa kalkabilseydim de “al sana cep telefonunun kralı,” diyerek ona kendi telefonumu verebilseydim.

O gün çok ağlaşıldı. Ben katılamadım.

Sonra aylar boyunca hep ağlaşıldı. Ben hiçbirine katılamadım.

Sonra bir gün, yine başımda toplaşıldı. Doktor olduğunu tahmin ettiğim zat sordu:

“Emin misiniz?”

Annem ağlamaya başladı. Babam annemi kısaca teselli ettikten sonra:

“Eminiz,” dedi.

Hep beraber kalkıp gittiler. Birkaç saat sonra, doktor, yanında asistanlarıyla geri geldi.

“Hadi,” dedi.

Ne oldu bilmiyorum, nefesim kesildi. Ama hiç acı çekmedim. On dakika kadar sonra gözlerimi kapatıp yüzümü örttüler.

Doktor tekrar konuştu:

“226’nın ölüm saati, 14:30.”

Ertesi gün beni alıp yeşil bir cenaze arabasıyla bir mezarlığa götürdüler. Kuyum kazılmıştı bile. İçine bıraktılar beni. Tören telaşı tabii, bir sürü şey konuşuldu, hiçbiri aklımda kalmamış. Tek aklımda kalan, mezar taşları yerine dikilmiş yüzlerce isimsiz tahta kazıktı. İnsan bir kere ölmeyegörsün, sonsuz dayanıklı oluyor. Hüzünlenmedim bile.

Bir hafta sonra, tekrar ailemin sesini duydum uzaktan.

“Hangisiydi?” diye soruyordu annem, ağlayarak.

“576,” diyordu babam. Yanıma geldiler.

Yanlarında getirdikleri hoca, bir Fatiha okudu. 576’nın ruhuna.

Sonra, yıllar geçti. Ne olduysa, beni gerçek bir mezara naklettiler. Cebimdeki piyango biletini bulmuş olacaklar...

Konuşurlarken duydum: babamın bana hitap şeklini yazdırmışlar mezar taşıma: “1 Numara.”

Canım babacığım... Sert suretinin altında nasıl da duygusal bir adam var senin!

Ben bunları düşünürken, küçük kardeşimin telefonu çaldı.

“Alo,” dedi bizim üç numara ve benden öteye doğru yürümeye başladı. Uzaklaşırken hala duyabiliyordum onu: “Evet, Malatya’ya üç kişilik yerimiz var. Altı buçuk otobüsü...”

Helal be üç numara! Şu benim aidatı kapatıversen bir de...

- 29452365512, 01.05.2013, İstanbul.

2 yorum:

  1. Kredi derecelendirmesi hakkinda bireysel ögrenme, bankalarin yogun çalismalar oldugunu söylemek mümkün olacaktir yapti. Kendiniz adina çalismak için firsat her türlü erisim bu sorunu incelemek istiyorsaniz, Aiicco sigorta kredi kredi sirketi plc gibi özel bir adres yapmak mümkün kolayca ögrenme sürecinde bireysel kredi notlari. Bir noktada ciddi, bu notlar faydali olacaktir, bankalar size verecektir kredilerin yüzde tadini çikariyor. Yani bu sirket e-posta simdi kredi için geçerlidir: simdi igein_h_yizevbekhai@admin.in.th hemen kredi transferi ile devam etmek. Biz% 3 faiz oraniyla kredi veriyor. bireysel krediye her türlü hürmet kovan.

    (1) Biz is için kisisel kredi vermek.
    (2) Biz proje kredisi vermek.
    (3) Biz, ögrenci kredi vermek.
    (4) Biz konaklama kredi vermek.
    (5) Biz insaat kredi vermek.

    Eger kredi geri ödemek sizin seçim süresinde geri ödemek bildigi herhangi bir miktar için hemen basvurun. igein_h_yizevbekhai@admin.in.th: Bu e-posta oldugunu.

    Aiicco sigorta plc.

    YanıtlaSil